17 Nisan 2013 Çarşamba

yarasa

'oturduğu yerden kalktı. sabah henüz yeni yeni yükseliyordu. 45 santime 30 santim, klasik, kızıl ahşap, varoş penceresinden kızıla boyanan ufku görebiliyordu. alacakaranlığın içinde hızla uçan bir şeyi görür gibi oldu. yarasa idi muhtemelen.
küçükken yarasalardan çok korkardı. ışıksız odalarda uyumaya çekinirdi. odasından başka hiçbir yerde uykuya dalamazdı. bazı geceler bunun kabusunu bile görürdü. aslında hâlâ da bir yarasa görmeye can attığı söylenemezdi. pis, küçük, sevimsiz yaratıklardı onlar. ayaklarının üstünde uzunca tüyleri, geniş kanatları, şekilsiz bir başın altında zorlukla yerleştirilmiş gibiydi. hiçbir zaman yavaş hareket etmezler, gündüzleri ortalarda dolaşmazlar, kuytuları mesken tutarlar ve ayyaşlar kadar başıboş, oradan oraya uçuşurlardı. tek kelimeyle, iğrenç idiler.
bunları düşünürken gece lambasının yarattığı gölgeleri takip ederek çalışma masasına ulaşmıştı. akşamdan kalma yarım bardak su orada duruyordu. hâlâ yarasaları düşünürken dumanlı zihnini diriltmek için bardağa uzandı ve içti.
üç saniye sonra yere yapışmıştı. çok garipti, bütün kaslarının korkunç bir şekilde yandığını hissediyordu. gözlerinin lambadan gelen ışınlarla adeta asit çukuruna düşmüş gibi acıyordu. bağırmak istedi ama ancak ciyaklayabildi. kalkmak istedi ama boynunu bile oynatamıyordu. belleğini kullanamıyordu. hatırlayabildiği hiçbir şey yoktu sanki. nefes alışı bile hızlanmıştı. panikledi. ayaklarını oynatmak istedi. bir anda bütün vücudunu gevşedi. bir anlığına tüm enerjisini kaybetti. hareket eden hiçbir şey yoktu aşağıda. hareket edebilecek bir şey de yoktu. bacakları yoktu artık. kollarını kaldırdığında iki yanından sarkan geniş perdeleri gördü. dış gerçeklik anlamını yitirmiş gibiydi.
debelenerek kollarını -aslında kanatlarını- zemine dayadı, yüzü eski püskü halısına bakıyordu şimdi. ayaklarının olması gereken yerde kapkara ve kısacık uzanmış parmaklarıyla halının kumaşını pençeledi ve eğik bir sehpa gibi dengesini sağladı. sanki yıllardır yapıyormuş gibi aniden havaya atıldı ve kanatlarını yüksek frekansla çırpmaya başladı.
havadaydı. ne var ki önüne çıkan sandalye başlığını hesap edememişti. şiddetle başını çarptı. neredeyse tekrar az önce kalkışı yaptığı yere çakılacakken bir uçak gibi süzülerek ivmelendi ve dengesizce yükseldi. tepede, klimanın üstünü hedef alarak uçtu ve yumuşak bir iniş yaptı. şimdi bütün odasına yukarıdan bakıyordu. çok garipti. aptalcaydı. kabus olmalıydı bu. dakikalardır ilk kez düşünebiliyordu ve yapabilirse bu kez bağıracaktı.
"cik". olmadı. bir serçe kadar bile sesi çıkmamış, üstelik dalgalar boşlukta yayılıp kendi kulağına tekinsiz yankılar yapmıştı. sahi, kulağı hâlâ yerindeydi. başka ? ne olduğunu anlayamıyordu. anlama yetisini kaybetmişti. görüşü bozulmuştu. konuşamıyordu. ayaklarını kaybetmişti. ama uçabiliyordu. tam görememesine rağmen ağzından çıkan her ses odasını ona yeniden tanıtıyor gibiydi. köşeler, kıvrımlar, çıkıntılar, her bir eşyanın, yatağın, bozuk televizyonun, hatta ayakkabıların uzamı bile beyninde renk renk üç boyutlu haritalar oluşturuyordu.
ve birden olduğu yerden atıldı. odada kritik bir eşya daha vardı. ayna ! tam karşına uçtu. artık kanatlarını yadırgamıyordu galiba, çünkü kolaylıkla yatağının tırabzanına konabilmişti.
on saniye kadar aynaya hayretle baktı. aydan gelen yakıcı ışık ışınları beynini dağlıyordu sanki. ama buna rağmen muazzam bir hayretin etkisiyle aynadaki görüntüye bakmayı sürdürdü. akıl alır gibi değildi. en fazla 10-12 santim boyunda kapkara bir şeye dönüşmüştü. tanıdık bir şeye. biçimsiz vücut postürü, çirkin, yarı açık bir ağız ve cılız kanatlar. kesinlikle tanıdık bir şeydi.
bulamıyordu. buna saatlerce bakabilir ve başına ne halt geldiğini idrak etmek için aç ve susuz burada bekleyebilirdi. ama yapmadı içgüdüsel bir hareketle fırladı ve odanın ılık havasına kanatlarını açtı. şimdi aynanın üstüne konmuştu. arkasında başka bir şeyi hissetti. döndü. ordaydı işte.
kendisi. basbayağı 'kendisi' pencere camından içeri bakıyordu. artık zihni yeni bir hayrete yer bırakmayacak kadar tıka basa dolu olduğundan tepki veremedi. penceredeki 'insan' kendisiydi, öyle olmalıydı. tüm insansı ibareleriyle 19 yaşında, genç bir erkek olan 'kendisi' odanın içine bakıyordu.sol kolu dirseklerinden kıvrılmış, elindeki yarım bardak suyu sanki karşısındaki görünmez bir şeylere sunar gibi pozisyon almıştı. diğer kolu ise pencere kanatlarının bitiştiği yere doğru hareketlendi. çabuk bir hareketle kanatları birbirinden ayırdı ve pencereyi açtı. soğuk hava odaya dolmuştu.
yine içgüdülerinin sesini dinleyerek havalandı, yarasa. atmosferin odasına sızdığı açıklığı algılayabiliyordu. pencere pervazına kadar olan birkaç metrelik mesafeyi hızla geçti, hiç durmadan en yakındaki ağacın dalına yerleşti. merakla pencereden içeriyi izlemeye başladı. hava dışarıda kesinlikle daha soğuk ve ürpertici bir sessizlikle karışarak bu zavallı yaratıkların bile kanını donduracak kadar müphem duygular uyandırıyordu.
bunlar olurken 'kendisi', insan, uzun bacaklarını açarak birkaç hamlede pencereyi aştı ve içeri girdi. şuursuz gibiydi. ilk iş olarak elindeki bardağı masaya götürüp bıraktı. sonra geri döndü ve pencereyi kapattı. kısa bir süre camdan dışarı gözledikten sonra yatağına kısa adımlarla gidip ayaklarını uzattı ve uykuya daldı.
yarasa bulunduğu dalda ne kadar zaman geçirmiş olabileceğini bilmiyordu. ama bildiği tek şey, şu ufuktaki alacakaranlığın bir türlü gitmemiş olmasıydı. artık insan olduğu anlardaki kadar keskin olmayan zekasıyla bile bunun normal olmadığı anlayabiliyordu. güneş sanki doğamıyor, tam görünürün sınırındayken tıkanıp kalıyordu.
neden sonra bir kıpırdanmayı hissetti, bir rüzgâr olabilirdi. saatlerdir ilk hareket. ancak dahası da vardı. odadaki 'kendisi' uyanmıştı. yatağına oturmuştu ve oldukça korkutucu bir yüzle dışarı tam yarasanın bulunduğu noktaya doğru gözlerini dikmişti. yarasa en ilkel hayvansı kaçış duygularıyla bu bakışların uzağına gitmek istedi ve aniden havalandı. uzaklaşıyordu.
insan, kısa bir bekleme anından sonra usulca masaya seğirtti. yarasalardan tiksiniyordu.
yarım bardak suyu alıp boğazına dikti.
üç saniye sonra yerdeydi.
dışarıda hala alacakaranlık vardı
ve her şey çok garipti.'

8 Nisan 2013 Pazartesi

maggie'ye anti-taziye


güle güle thatcher. umarım yerin cehennemdedir. tabii eğer cehennem varsa.
umarım cehennem vardır. cennet olmasa da olur. cehennemlikler tevazu gösteremeyecek kadar alçakken, cennetliklerin cennete ihtiyacı hiç olmadı zaten.
hoş, sen olmasan cehennem niye var olur ki zaten ? cehennem kimler içindi ? cehennem zaten sana mahkumdu, thatcher. tıpkı bobby sands'in sana mahkum olduğu gibi. cehennemde sen olmasan olmazdı. sen varsan ve cehennemde varsa siz, et ve tırnak gibi, nasıl ayrılabilirdiniz ?
normalde ölüm yazıları yazmayı sevmiyorum, thatcher. normalde ne taziyeden hoşlanırım ne ağıttan.. normalde nefret dolu söylemlerden de hoşlanmam. normalde normalliklerin bile fazlasından hoşlanmam. deliliğin azı zihni canlandırır, vücudu güçlendirir. bak bobby sands gibi. belki uzaklardan patrick pearse'ın bile sesleri duyuluyordun durduğun yerde, şimdi her ne cehennemdeysen.
cathal brugh bu haline ne çok gülerdi. arjantinliler, malvinas halkı çok sevinmiştir bir yerlerde. sen soğuk, çaresiz, bembeyaz bir tenin altında şimdi hiç bir şeytanlığın peşinde olamayacaksın. artık kimseyi öldüremeyeceksin, thatcher. artık ölülerin arasındasın ve ölüleri öldüremezsin, sen bile. lordlar kamarasının pek haşmetli üyesi, demir leydi, senin bile gücün burada ölümün altından kalkamayacak.
tanrı bile seni sevemez thatcher. kendisi bir nekrofilik olmasına rağmen seni sevebilecek kadar gerizekâlı bir tanrı düşünülemez. şeytanlar, zebaniler ve en çok da ellerinde bagpipe'ları ve gayda'larıyla diğer adalılar sana derin bir kin duyacak. arjantin'de, belki guadalajara'da, belki aires'te bir anne şimdi, şu anda gözleri yaşlı, duydu yok olup gitmeni. belki o anne çoktan nefesini tüketti. belki bir kardeş, bir baba..
ulster'de bile tiksinmeyle anılacaksın. ne mutlu onlara ! artık buradan kovuldun, sürüldün. bastığın yerlerde çiçekler biter bir gün. sisli vadi'deki zavallıların ölülerini kabul eden topraklar seni de kabul eder belki. belki melekler arasında bile küfürle anılacaksın, iron lady. belki 'maggie'nin başına belki de sonuna bir hakaret eklenecek gittiğin yerde. hiçbir yerde sadece 'thatcher' olarak kalamayacaksın. adını zırh gibi kuşanamayacaksın. makamını, çok bilmiş laflarını, sahte umursamazlığını da.
köpeklerinin eğittiği khmerler kaç çocuğa işkence yaptı maggie ? babalarının saklandığı tavan arasını ispiyonlasınlar diye ? kaç kamboçyalının tırnaklarını çektiler, seninkini peşaverli bir göçmen ayda iki yüz pound'a cilalarken ? senin başın koskoca sedir şapkalarla sömürge güneşlerinden kaçınırken, kaç libyalının başı bir şarapnelle ayrıldı gövdesinden ? tutmayan ayakların şimdi titremiyor, thatcher. titreyemez.
hiç gücenme, leydi. liverpool'da bıyıklı yüzü, kaslı kolları, geniş göğsüyle safkan bir anglosakson bile nefret etti senden. daha gün gibiydi, bir atölyeyi sattı commonwealth bir amerikan zenginine. hepsi sokakta kalmıştı. mersey nehrinin mavici tarafları şimdi daha zengindi. kırmızılar evlerine ekmek götürebileceklerdi ama noel'de o yıl dolduracak hindileri olmayacaktı, o kesin. nehir seni sevmedi thatcher, kırmızılarda sevmedi, noel baba da, çocuklar da, eminim ki maviler de. cambridge'de fakülte duvarına 'peace' yazan öğrencide sevmedi seni kemik gözlüklerinin ardından, londra'da dean caddesinde fakirhane sakinleri de, vietnam'da bir gazinin mutsuz kız çocuğu da.
ölümü savunmak benim işim değil thatcher. sen bunu hepimizin yerine yeterinden fazla yaptın zaten. ama son bir ölümü de sen gerekli kıldın maggie. sevimli lakaplarının ardında bu en tiksinç olanıyla, maggie, ölüme boğuldun şimdi. denizin ötesinden ruhların sesleri tabutuna vuruyor, bir pazartesi telaşında. şimdi öl maggie ve mümkünse geri gelme. yeter ki gelme de -

- cehennemdeki yerin benden sana söz.