12 Kasım 2013 Salı

enkaz

kapkara zindanlarınızda doğmadım ben. kara'nın her tonunda arka fonların içinde ak beşiklerde doğdum. doğduğumda 50 yaşındaydım. gittikçe gençleştim, şimdi 70'lerimdeyim. yakında ölümün sınırından geçeceğim, ölümsüzleşeceğim. gittikçe daha hızlı yaşlanıyorum. kimse vurmayacak beni, şehit olmayacağım ve bir şehir viranesinde kurşunlanmayacağım, kendi beynime sıkmayacağım. 10 yıl önce gökyüzüne sıktığım kurşunun yeryüzüne inmesini bekleyeceğim. başımın üstüne isabet ettireceğim onu. en büyük başarım bu olacak. ben ölümsüzüm çünkü. ölümsüzü, kendimi,  öldürdüğümde, ölmü saplantılarınızı yeneceğim sizin yerinize. gördüğünüz gibi yobaz bir narsistim. narsizm beni narcissus'un gölüne düşürmeyecek. o kadar aptal değilim. narsizmin intiharı hak ettiğini biliyorum. intihar etmeyeceğim yine de. ölümü kucaklayacağım. buna intihar değil de, şehadet değil de, ne denecek bilmiyorum. henüz bu konu hakkında düşünmedim. buna vakit ayırabileceğimi sanmıyorum. bu tip şeyler için vakit bulamıyorum, çünkü işlerime ayırmam gereken vakti boş bırakıyorum. bu vakumlu boşlukta boğularak ölmeyi denedim. maalesef ölümcül olmadığını fark ettim. daha ziyade bağımlılık yaratıyor. daha ziyade sizi kendinize düşman ediyor. ama insan kendini öldüremiyor. bundan da eminim. sadece zırhlarınızı çıkarıp atabilirsiniz. böylece gelen rastgele darbe ya kalbinizi ya beyninizi veya şanslıysanız yüzünüzü patlatacaktır. üç durumda da ölünebiliyor. sonuncusu kimliğinizi zehirler, zihninizi sıfırlar belki hasta kişilikleriniz için yeni ufuklar açılacaktır. belki o ufuklarda kaybolursunuz. yine bu intihar meselesi sizi çok fazla ilgilendirmiyor olmalı. nasıl olsa siz akıllı, saygın ve uysal kimselersinizdir. ölüm kaybedenler içindir ve game over olmak kimsenin hoşuna gitmez. en çirkin oyunlarda bile temeldeki oyuna devam etme isteğiniz her şeye baskın çıkacaktır. kazanmak, gerçek değildir. çünkü anlamsızdır. anlamsız olan her şey gerçekdışıdır. anlamsız olan her şey, size dayatılandır ve bağımlılık yaratır. bağımlılık bize evrimin sunduğu bir lanet ve aynı anda bir hediyedir. böylece varoluşumuz tanımlanır. böylece varolmak için bağımlı olduğunuz şeylere daha çok bağlanırsınız ve geri kalan tüm hayati çabaları lanetlersiniz. zevklerin tümü bağımlılık yaratır. bağımlılık yaratmayan zevkler yeterince tadılmamıştır. ve yeterince tadılmayan şeyler merak denen duyumuzun kökenidir. merak bizim altıncı hissimizdir. yoktan gerçekliklerin yaratır, daha doğrusu duyumsar, bilginin kökenidir, bu bakış açısına göre bilgi gerçek değildir, bilgi imkansız da değildir, bilgi sizin deyiminizle 'bir olasılıktır' sadece.  her neyse. oyunda önemli olan hep devam etmektir. kazanmak anlamsızdır. kaybetmek en kötü sonuçtur. kazanmak gibi anlamsızlığa yol açmaz, onun getirdiği sonsuz kısır döngünü hediye edemez size. kaybetmek gerçektir tümüyle. hiçbir şey kazanılamaz gibi görünür. çünkü kazanımların gerçek bir sonucu yoktur. insan doğası bunu içten içe hisseder ama kendi yüzüne vuramaz. bu da bizim yıkıcı bir evrimsel çelişkinin eşiğinden dönmemiz sonucu olmuştur. insan kendi yüzüne vuramaz hiçbir şeyi. zihin denen matematiksel evrende bu fonksiyon tanımlı değildir, zira. her neyse. her neyse. her neyse. bu yüzden her şeyin temelin kaybetmek varmış gibi görünür. kaybetmek ve ötesinde yatan enkazdan kendine bir teselli çıkarmak. mutluluğun tanımı budur. hayatın temel gayesi budur. kaybetmenin enkazında teselliler çıkarmaktır, hayatın amacı. hayatın anlamı ise çoktan çözülmüştür öyleyse. hayat bu enkazın kendisidir. hayat sayılamaz, ölçülemez, hesaplanamaz insanî kaybediş öyküsünün enkazıdır. insan hayatı bu enkazın büyüklüğüyle birlikte artar. yani "yine dene, yine yenil, daha iyi yenil". değil mi ? ne haklı bir özdeyiş ! böylece elinizdeki enkaz daha zengin olacaktır. siz daha iyi yenilirseniz, cefanız o kadar artacaktır. kimileri göremedi ve anlayamadı bunu, onlara nihilist dendi. "umut, işkencenin uzamasıdır" dediler. "hem evet hem hayır" diye cevap verdim ben. zaten çelişkili cevaplar vermeyi severim. "çünkü" dedim "hayat işkence değil enkazdır". birey için hayat işkence eylemi gibi bir hareket, bir fiil değil, sadece durağan bir enkazdır. enkaz kendi kendine farklılaşmaz, size eziyet etmez, yalnızca sizin ardınızda durur, sizi bekler onu karıştırmanız için. isterseniz onu büyütüp zenginleştirirsiniz hepsi bu kadar. birey ömrünün sonu gelmez saniyeleri birer çağdır galaktik terimlerle karşılarsak. birey çoğunlukla durağandır. durağan olmayan birey huzur bulamaz. durağan olmayan bireyin enkaza dönüp bakacak vakti yoktur. ama en büyük onur o bireye atfedilir. en yüce insanlar o mobil bireyler içinden seçilip kutsanır. kahramandır onlar. onların hayatının bireysel anlamları yoktur. onlar bireylerin hayat denen enkazlarının nasıl bir olup yanısıra dizildiğini, dünya denen çöplüğü meydana getirdiğini görmüşlerdir. buna da ermişlik denir. dünya bir çöplüktür. bu yüzden artık bizi daha fazla kaldıramamakta ve tatmin edememektedir. kişilerin bireysel enkazları bu yüzden karmakarışık haldedir. yine de bireylerin çoğunun görüş alanı oldukça kısıtlıdır ve bu görme çabalarının her biri birer kaybediş hikayesine dönüşür. fazla uzağı göremeyip oturur ve kendi işlerine bakarlar. bu iki durum arasında iyi  veya kötü ayrımı yapılamaz. insanlar sadece kategorize edilebilirler. vicdani yönden esasen yargılanamazlar. bunun kararını bireyler değil, kitleler verir. işte bu noktada, insanların kategorize edilmelerinden sonraki adıma vicdan denir. vicdan bir tercih aşamasıdır. göremeyişin ve görebilmenin ortak sonucudur. saçmalıktır. iyi-kötü ayrımının ebedi ve ezeli temeli olması bir yana, onun bir aygıtıdır. ama yine de kitleler, bütün bu enkaz kalabalıklığına bir kaotik hal vermek istemektedirler. buna da özgürlük denir, bu noktada temel bir çelişki ortaya çıkar. vicdan ve özgürlük temelde bu noktada çelişiktirler. kitleler özgürlüğü, bireyler vicdanı doğurmuşlardır. bunların kökenleri de aslında -birey-kitle ayrımı olduğundan- diğer deyişle bir çoğunluk meselesi olduğundan, çözülmesi imkansız sorunlar yaratır. tüm fikir ayrılıklarının temeli burada yatar. bu durum fikir ayrılıklarını kısmen anlamsızlaştırır, kısmen çözer, kısmen çözümsüz hale getirir. sonunda elimizde bu konuyla ilgili söyleyecek bir söz kalmasa da bu durumun gerçekliğini yadsıyamamamız bize gerçekliği sorgulatmaya başlar. bir nokta da fikir (yani idea) ile geri kalan her şeyi birine karıştırırız. bu idealizm'i doğurmuştur. bu karmaşayı reddederek çözümsüzlüğe temeline umutsuzca inme ve çelişkinin standart yöntemlerle ulaşılamaz köklerine eğilimine geri dönüş yapma önerisi ise bize materyalizm'i peydahlar. toplum bu saplantıların içinde ilerlemeye devam eder. bu kör bir ilerlemedir. her duvara çarpış geri dönmek ve yaptığı hatalar için kendi kendini cezalandırmaktır. böylece fikir ayrılıkları bize diğer çoğu kapı gibi yüzümüze çarparak kapanan bir kapı haline gelir. sonuç; bireyin düşünemez hale gelmesi ve düşünmeye istek duyamamasıdır. enkazına bağlı, ona köleleşmiş, pis ve kalabalık bir dünyanın içinde kalır. düşüncesini ve amacını kaybetmiştir. kitleye küsmüş ve bireye nefret duyar haldedir. neyse ki bu durumda ölüm hala elinin altındaki game over butonu olarak durur. ama fikir üretemeyen bireyin o butona basacak iradesi de kalmamıştır. bu durumda insan mahkum, mağlup, kayıp, sürgün, narsist, bencil, fani ve bir o kadar da ölümsüzdür artık. biyolojik ölümün soğuk ve somut gerçekliği, diğer unutulup giden tüm gerçeklerle beraber, yüzüne çarpana kadar herkes - tamamen - ölümsüzdür.
her neyse.

11 Kasım 2013 Pazartesi

artık yeter, ya basta, edi bese kardeşim..

altı yıl önce beyoğlu emniyetine getirilen afrikalı bir sığınmacı kapıdan içeri girmesinden (kamera kayıtlarına göre) sadece 19 dakika sonra bilincini kaybedene kadar dayak yemiş, göğsünden kurşunlanmış bir halde dışarı çıkarıldı. hastaneyeulaştırıldığında çoktan ölmüştü. başlangıçta kimse bu kimliği belirsiz nijeryalı adamın ölümünü umursamadı. çünkü kimsenin siyasi ilgi alanında değildi nasıl olsa. bu ülkenin siyasi argümanlarının dışında, kaybolmuş vicdanların sınırlarındaydı. cenazesini sahiplenen bile olmadı. isminin uydurma olduğunu, festus okey diye birinin var olmadığı bile söylendi. bu ölümden kimseye ekmek çıkmazdı.

tabii ki cinayeti sırasında karakoldaki kameralar kayıtta değildi. tabii ki görgü tanığı yoktu. tabii ki tek cinayet delili olan kanlı gömlek karakolda kayboluvermişti. tabii ki maktül katile "mukavemet" göstermişti, tabii ki cinayette kasıt yoktu. hatta kimliği belirsiz bu nijeryalı aslında sığınmacı değil de uyuşturucu satıcısı ve hatta belki de teröristti : http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=247468

bütün bunlara karşın bu istemeyen, umursanmayan haymatlos ancak ölümünde şöyle eyvallah edebilmişti:http://haber.sol.org.tr/sites/default/files/imagecache/haber_resmi_v4/images/festus_okey2.jpg

ve dün, çok renkli ülkemizin kendi halindeki yoğun gündemlerinin satır aralarında, bu cinayeti sahiplenme cüretini gösteren nadir kişilerden birini de nefretleriyle boğmaya karar verdiler:http://www.radikal.com.tr/turkiye/sen_misin_durusma_salonundan_cikmayan-1160010

12 Ekim 2013 Cumartesi

son çağrı


şimdi sus
sus
her zaman koşulsuz bir gürültü içinde kaldın
ruhunu ses'e ve
onun aşağılık imgelerine sattın
ey insan, sus
bazen görmemeli ve duymamalı kişi
tıpkı ölü yapraklar gibi 
koşmamalı, durmamalı
'olmalı' yalnızca
öylece kalmalı sürekli bir süreksizlik içinde
denizde bir damla olmalı

sus
ey insan, sus
kanayan yaraların için sus
bıraktığın hayaller için
gündüzleri köpekler ne kadar uysaldılar oysa
geceleri senin cinnetlerinle beraber çıldırdılar
bulutlar sinirledi bu işe
karardılar
baylar ve bayanlar
dünyayı ikiye ayırmak ne kolaydı
senin yalnız sen ve onlar vardı
çocukluğun bunu bir güzel ayırmıştı
katildi çocukluğun ey insan
öldürmeyi çocukken öğrendin
büyümek sana bir mahpushaneydi
hapsolmayı içinde hapsettin
dışında ne de güzel giydin özgürlüğünü
oh be
pileli özgürlüğünün içinde çok afilliydin

uzakta bir yerlerde kadınlar ağlıyordu
artık insan değildiler çünkü
senin için ağlayan bir şeydi sadece
ağlayan şeyler insan olamazdı
birer hüzündü onlar sadece
hüznün kovmuştun bedeninden
ta promete'nin çağlarında
arada homeros hatırlatmıştı sana
schopenhauer sana bununla hakaret bile etmişti
def ettin onları
hüzün sana ait değildi
hüzün senden olamazdı
hüzünlü olan her şey
küçük zavallı bir objeydi
sana ağlardı hüzünlü objeler
sen de gücünü burdan alırdın
zaten başka da dayanak bırakmamıştın kendine
geri kalan her şeyi
kişisel haremine almıştın

dur insan
ne çok koştun
ne çok konuştun
gittiğin yerlerde ne kadar zavallılaştın
yaralandın, vahşileştin
artık seni kızdırmayan bir şey kalmadı
kızılacak yok edilecek şeyler tükendi çoktan
kendini yok etmeden evvel
dur
yoksa duracak bir şey kalmayacak geriye
koca bir enkaz yığınının içinde cesedin
engin estetiğinin canına okuyacak

yaşasın estetik
değil mi ?

28 Mayıs 2013 Salı

elaköön


yeryüzünün ruhunu 
nornların borusunda hissettim ben
ormanların damarlarına üflenen
ılık bir türküde
mjölnir'in kıvılcımlarında
eşsiz bir zümrüt yeşili
derin bir maîlikte
kadim beyazın içinde
koskoca bir yürek taşıyan
dünyanın son bedeni 
güneyin külünden uzakta
için için yanan 
el değmeyecek bir serinlikte
odin'in vahyini duydum
putlara ne kadar yakın
hurafeye ne kadar ırak 
oldum
ben mit'imi burda
toprak ananın tepe ucunda
bu soğuk
kır ve bakir
bu apak mücevherin içinde buldum


17 Nisan 2013 Çarşamba

yarasa

'oturduğu yerden kalktı. sabah henüz yeni yeni yükseliyordu. 45 santime 30 santim, klasik, kızıl ahşap, varoş penceresinden kızıla boyanan ufku görebiliyordu. alacakaranlığın içinde hızla uçan bir şeyi görür gibi oldu. yarasa idi muhtemelen.
küçükken yarasalardan çok korkardı. ışıksız odalarda uyumaya çekinirdi. odasından başka hiçbir yerde uykuya dalamazdı. bazı geceler bunun kabusunu bile görürdü. aslında hâlâ da bir yarasa görmeye can attığı söylenemezdi. pis, küçük, sevimsiz yaratıklardı onlar. ayaklarının üstünde uzunca tüyleri, geniş kanatları, şekilsiz bir başın altında zorlukla yerleştirilmiş gibiydi. hiçbir zaman yavaş hareket etmezler, gündüzleri ortalarda dolaşmazlar, kuytuları mesken tutarlar ve ayyaşlar kadar başıboş, oradan oraya uçuşurlardı. tek kelimeyle, iğrenç idiler.
bunları düşünürken gece lambasının yarattığı gölgeleri takip ederek çalışma masasına ulaşmıştı. akşamdan kalma yarım bardak su orada duruyordu. hâlâ yarasaları düşünürken dumanlı zihnini diriltmek için bardağa uzandı ve içti.
üç saniye sonra yere yapışmıştı. çok garipti, bütün kaslarının korkunç bir şekilde yandığını hissediyordu. gözlerinin lambadan gelen ışınlarla adeta asit çukuruna düşmüş gibi acıyordu. bağırmak istedi ama ancak ciyaklayabildi. kalkmak istedi ama boynunu bile oynatamıyordu. belleğini kullanamıyordu. hatırlayabildiği hiçbir şey yoktu sanki. nefes alışı bile hızlanmıştı. panikledi. ayaklarını oynatmak istedi. bir anda bütün vücudunu gevşedi. bir anlığına tüm enerjisini kaybetti. hareket eden hiçbir şey yoktu aşağıda. hareket edebilecek bir şey de yoktu. bacakları yoktu artık. kollarını kaldırdığında iki yanından sarkan geniş perdeleri gördü. dış gerçeklik anlamını yitirmiş gibiydi.
debelenerek kollarını -aslında kanatlarını- zemine dayadı, yüzü eski püskü halısına bakıyordu şimdi. ayaklarının olması gereken yerde kapkara ve kısacık uzanmış parmaklarıyla halının kumaşını pençeledi ve eğik bir sehpa gibi dengesini sağladı. sanki yıllardır yapıyormuş gibi aniden havaya atıldı ve kanatlarını yüksek frekansla çırpmaya başladı.
havadaydı. ne var ki önüne çıkan sandalye başlığını hesap edememişti. şiddetle başını çarptı. neredeyse tekrar az önce kalkışı yaptığı yere çakılacakken bir uçak gibi süzülerek ivmelendi ve dengesizce yükseldi. tepede, klimanın üstünü hedef alarak uçtu ve yumuşak bir iniş yaptı. şimdi bütün odasına yukarıdan bakıyordu. çok garipti. aptalcaydı. kabus olmalıydı bu. dakikalardır ilk kez düşünebiliyordu ve yapabilirse bu kez bağıracaktı.
"cik". olmadı. bir serçe kadar bile sesi çıkmamış, üstelik dalgalar boşlukta yayılıp kendi kulağına tekinsiz yankılar yapmıştı. sahi, kulağı hâlâ yerindeydi. başka ? ne olduğunu anlayamıyordu. anlama yetisini kaybetmişti. görüşü bozulmuştu. konuşamıyordu. ayaklarını kaybetmişti. ama uçabiliyordu. tam görememesine rağmen ağzından çıkan her ses odasını ona yeniden tanıtıyor gibiydi. köşeler, kıvrımlar, çıkıntılar, her bir eşyanın, yatağın, bozuk televizyonun, hatta ayakkabıların uzamı bile beyninde renk renk üç boyutlu haritalar oluşturuyordu.
ve birden olduğu yerden atıldı. odada kritik bir eşya daha vardı. ayna ! tam karşına uçtu. artık kanatlarını yadırgamıyordu galiba, çünkü kolaylıkla yatağının tırabzanına konabilmişti.
on saniye kadar aynaya hayretle baktı. aydan gelen yakıcı ışık ışınları beynini dağlıyordu sanki. ama buna rağmen muazzam bir hayretin etkisiyle aynadaki görüntüye bakmayı sürdürdü. akıl alır gibi değildi. en fazla 10-12 santim boyunda kapkara bir şeye dönüşmüştü. tanıdık bir şeye. biçimsiz vücut postürü, çirkin, yarı açık bir ağız ve cılız kanatlar. kesinlikle tanıdık bir şeydi.
bulamıyordu. buna saatlerce bakabilir ve başına ne halt geldiğini idrak etmek için aç ve susuz burada bekleyebilirdi. ama yapmadı içgüdüsel bir hareketle fırladı ve odanın ılık havasına kanatlarını açtı. şimdi aynanın üstüne konmuştu. arkasında başka bir şeyi hissetti. döndü. ordaydı işte.
kendisi. basbayağı 'kendisi' pencere camından içeri bakıyordu. artık zihni yeni bir hayrete yer bırakmayacak kadar tıka basa dolu olduğundan tepki veremedi. penceredeki 'insan' kendisiydi, öyle olmalıydı. tüm insansı ibareleriyle 19 yaşında, genç bir erkek olan 'kendisi' odanın içine bakıyordu.sol kolu dirseklerinden kıvrılmış, elindeki yarım bardak suyu sanki karşısındaki görünmez bir şeylere sunar gibi pozisyon almıştı. diğer kolu ise pencere kanatlarının bitiştiği yere doğru hareketlendi. çabuk bir hareketle kanatları birbirinden ayırdı ve pencereyi açtı. soğuk hava odaya dolmuştu.
yine içgüdülerinin sesini dinleyerek havalandı, yarasa. atmosferin odasına sızdığı açıklığı algılayabiliyordu. pencere pervazına kadar olan birkaç metrelik mesafeyi hızla geçti, hiç durmadan en yakındaki ağacın dalına yerleşti. merakla pencereden içeriyi izlemeye başladı. hava dışarıda kesinlikle daha soğuk ve ürpertici bir sessizlikle karışarak bu zavallı yaratıkların bile kanını donduracak kadar müphem duygular uyandırıyordu.
bunlar olurken 'kendisi', insan, uzun bacaklarını açarak birkaç hamlede pencereyi aştı ve içeri girdi. şuursuz gibiydi. ilk iş olarak elindeki bardağı masaya götürüp bıraktı. sonra geri döndü ve pencereyi kapattı. kısa bir süre camdan dışarı gözledikten sonra yatağına kısa adımlarla gidip ayaklarını uzattı ve uykuya daldı.
yarasa bulunduğu dalda ne kadar zaman geçirmiş olabileceğini bilmiyordu. ama bildiği tek şey, şu ufuktaki alacakaranlığın bir türlü gitmemiş olmasıydı. artık insan olduğu anlardaki kadar keskin olmayan zekasıyla bile bunun normal olmadığı anlayabiliyordu. güneş sanki doğamıyor, tam görünürün sınırındayken tıkanıp kalıyordu.
neden sonra bir kıpırdanmayı hissetti, bir rüzgâr olabilirdi. saatlerdir ilk hareket. ancak dahası da vardı. odadaki 'kendisi' uyanmıştı. yatağına oturmuştu ve oldukça korkutucu bir yüzle dışarı tam yarasanın bulunduğu noktaya doğru gözlerini dikmişti. yarasa en ilkel hayvansı kaçış duygularıyla bu bakışların uzağına gitmek istedi ve aniden havalandı. uzaklaşıyordu.
insan, kısa bir bekleme anından sonra usulca masaya seğirtti. yarasalardan tiksiniyordu.
yarım bardak suyu alıp boğazına dikti.
üç saniye sonra yerdeydi.
dışarıda hala alacakaranlık vardı
ve her şey çok garipti.'

8 Nisan 2013 Pazartesi

maggie'ye anti-taziye


güle güle thatcher. umarım yerin cehennemdedir. tabii eğer cehennem varsa.
umarım cehennem vardır. cennet olmasa da olur. cehennemlikler tevazu gösteremeyecek kadar alçakken, cennetliklerin cennete ihtiyacı hiç olmadı zaten.
hoş, sen olmasan cehennem niye var olur ki zaten ? cehennem kimler içindi ? cehennem zaten sana mahkumdu, thatcher. tıpkı bobby sands'in sana mahkum olduğu gibi. cehennemde sen olmasan olmazdı. sen varsan ve cehennemde varsa siz, et ve tırnak gibi, nasıl ayrılabilirdiniz ?
normalde ölüm yazıları yazmayı sevmiyorum, thatcher. normalde ne taziyeden hoşlanırım ne ağıttan.. normalde nefret dolu söylemlerden de hoşlanmam. normalde normalliklerin bile fazlasından hoşlanmam. deliliğin azı zihni canlandırır, vücudu güçlendirir. bak bobby sands gibi. belki uzaklardan patrick pearse'ın bile sesleri duyuluyordun durduğun yerde, şimdi her ne cehennemdeysen.
cathal brugh bu haline ne çok gülerdi. arjantinliler, malvinas halkı çok sevinmiştir bir yerlerde. sen soğuk, çaresiz, bembeyaz bir tenin altında şimdi hiç bir şeytanlığın peşinde olamayacaksın. artık kimseyi öldüremeyeceksin, thatcher. artık ölülerin arasındasın ve ölüleri öldüremezsin, sen bile. lordlar kamarasının pek haşmetli üyesi, demir leydi, senin bile gücün burada ölümün altından kalkamayacak.
tanrı bile seni sevemez thatcher. kendisi bir nekrofilik olmasına rağmen seni sevebilecek kadar gerizekâlı bir tanrı düşünülemez. şeytanlar, zebaniler ve en çok da ellerinde bagpipe'ları ve gayda'larıyla diğer adalılar sana derin bir kin duyacak. arjantin'de, belki guadalajara'da, belki aires'te bir anne şimdi, şu anda gözleri yaşlı, duydu yok olup gitmeni. belki o anne çoktan nefesini tüketti. belki bir kardeş, bir baba..
ulster'de bile tiksinmeyle anılacaksın. ne mutlu onlara ! artık buradan kovuldun, sürüldün. bastığın yerlerde çiçekler biter bir gün. sisli vadi'deki zavallıların ölülerini kabul eden topraklar seni de kabul eder belki. belki melekler arasında bile küfürle anılacaksın, iron lady. belki 'maggie'nin başına belki de sonuna bir hakaret eklenecek gittiğin yerde. hiçbir yerde sadece 'thatcher' olarak kalamayacaksın. adını zırh gibi kuşanamayacaksın. makamını, çok bilmiş laflarını, sahte umursamazlığını da.
köpeklerinin eğittiği khmerler kaç çocuğa işkence yaptı maggie ? babalarının saklandığı tavan arasını ispiyonlasınlar diye ? kaç kamboçyalının tırnaklarını çektiler, seninkini peşaverli bir göçmen ayda iki yüz pound'a cilalarken ? senin başın koskoca sedir şapkalarla sömürge güneşlerinden kaçınırken, kaç libyalının başı bir şarapnelle ayrıldı gövdesinden ? tutmayan ayakların şimdi titremiyor, thatcher. titreyemez.
hiç gücenme, leydi. liverpool'da bıyıklı yüzü, kaslı kolları, geniş göğsüyle safkan bir anglosakson bile nefret etti senden. daha gün gibiydi, bir atölyeyi sattı commonwealth bir amerikan zenginine. hepsi sokakta kalmıştı. mersey nehrinin mavici tarafları şimdi daha zengindi. kırmızılar evlerine ekmek götürebileceklerdi ama noel'de o yıl dolduracak hindileri olmayacaktı, o kesin. nehir seni sevmedi thatcher, kırmızılarda sevmedi, noel baba da, çocuklar da, eminim ki maviler de. cambridge'de fakülte duvarına 'peace' yazan öğrencide sevmedi seni kemik gözlüklerinin ardından, londra'da dean caddesinde fakirhane sakinleri de, vietnam'da bir gazinin mutsuz kız çocuğu da.
ölümü savunmak benim işim değil thatcher. sen bunu hepimizin yerine yeterinden fazla yaptın zaten. ama son bir ölümü de sen gerekli kıldın maggie. sevimli lakaplarının ardında bu en tiksinç olanıyla, maggie, ölüme boğuldun şimdi. denizin ötesinden ruhların sesleri tabutuna vuruyor, bir pazartesi telaşında. şimdi öl maggie ve mümkünse geri gelme. yeter ki gelme de -

- cehennemdeki yerin benden sana söz.