28 Aralık 2012 Cuma

doğmamış'a



bağdat'ta bir bomba patladı
ve insanlık yerlere sıçradı
toz duman..
gök yarılmıştı
yarıktan bir peygamber çıkmıştı
kuşlar nasıl uçmuşlardı
balıklar nasıl yüzmüşlerdi
insanlar nasıl gülmüşlerdi
göğün yarığı nasıl tamir edilecekti
dünya büsbütün ikiye ayrılmıştı
ve
insanlar
nasıl gülmüşlerdi
birazdan hava kararmıştı
güneş solmuştu son bir kez
yapraklar hiç bu kadar pastoral olmamıştı
istanbul
lozan
-yahut lausanne
yoksa konstantin miydi ?
imparatorlar nasıl bu kadar kör olabilirdi
tüm yapıtlar
onca emek
nasıl böyle bir kadeh kırılganlığında
tuz buz oldular
ve imparator constantin
bunu nasıl öngörememişti
yarıktan içeri sızdı nice zebani
insanlar hala gülerken
bir devrin sonu gelmişti
lozan, lausanne değildi artık
istanbul zaten hiç konstantin'in şehri olmamıştı
tessaloniki, hala selanik olabilirdi
yine de bir imparator asla peygamber olamayacaktı
göğün dumanı tüterken
bir insan değil
bir şehir değil
bir zihin
bir bilinç
ortak akıl
vakıf olmuştu artık
yarık sonsuz bir zifre açılmıştı
ve sonsuza kadar kapanmayacaktı galiba
ama peygamber yere vurdu asasının ucunu
ay yere değer olmuştu ufukta
insanlar nasıl gülmüşlerdi
sanki herkes gökle peygamber arasında
bir seçim yapmak üzereydi
yazılabilecek her şey yazılmıştı artık
okunmayan bir şey kalmamış
görünürün sınırına bakmış gözler
duyulanın sırrına ulaşmış kulaklar
o burunlar nice kan kokusu tatmıştı
kimse göğü seçmeyecekti

ne yazık!

bir fare
ve peşine taktığı kavalcılar
ah
nietzsche olsa ne kadar gülerdi
platon ne kadar üzülürdü
dziga vertov bilmişti bunu önceden
-neye yarar
artık hikaye sona ermeliydi
bir an önce
delilik
tüm kötülüğün anası mıydı
yoksa sonsuz inayetin ilk alameti mi
kim bilebilirdi
zaten aslında kimse
gerçek delilikten geri dönememişti
ve locke'ın buna çok canı sıkılırdı
dünya yeterince tadılmıştı
hayat eskisi kadar merak uyandırıcı değildi pek
hiçbir çağın hikayesi mutlu sonla bitmemişti
nokta
hiç konmamıştı aslında
hep virgül
yalnız virgül
kapatmıştı hikayenin önünü
çirkin bir burgusu vardı
meymenetsiz bir uzantı
bir kuyruktu sanki
ve
sonuna nokta konmamış bir hikaye
mutlu sonla bitemezdi
tüm çabalar kötü
çirkin
pis
ve kaba ilan edilmişti ta en baştan
bu yüzden
sonlanmamış her çaba
beyne edilmiş bir küfür gibiydi
kimse kabul etmedi ve anlamadı bunu
zaten beyin tüm gerçekleri kendine
saklamayı
gaye edinmişti
bir ay doğumunda
yıldızların
iki ayaklı çocukları
sanki serin bir akşam yelinde
komaya girmiştiler
tek sıra halinde
bir beyaz yalanın peşine düştüler
kimse bitirmedi onların
hikayesini ve
onlar bitti demeden
bitiremeyecekti
                                                                              nokta.

15 Kasım 2012 Perşembe

Girit

girite gitmek istiyorum.
'tası tarağı toplayıp' denir ya, o biçim. girite gitmek istiyorum. önümde uzun, mavi bir ıssızlık var. onu aşabilmeyi istiyorum. ak kıyıların dibindeki ak gemileri, ak tepelerdeki ak kulübeleri görünceye dek, yüzmek yüzmek, hiç durmamak, hiç arkama bakmamak istiyorum.
bir eski devrin rüyasına inanmak istiyorum. tepemde duran kızgın güneşin öfkesinden kaçmak istiyorum biraz. kuzey rüzgarlarına sarılmak istiyorum. karayel bu mevsimde ne tatlıdır..
japon mitleri tanrı'nın kılıcını pasifik okyanusuna batırdığını, sonra çekip çıkardığında denize düşen damlaların japon adalarını oluşturduğunu  söyler. giritin hikayesi bambaşkadır oysa. afrodit denize uzanmış, güzelliğini dökmüştür tuzlu suların üzerine. saçlarına toplaşan karalar ege adalarını yaratmıştır denir. girit güzelliğin çocuğudur, kanın şiddetin değil. orada, bir ak kıyıda, afrodit'in yanına uzanmak istiyorum. yanında uzanıp baba zeus'u izlemek istiyorum bulut gözlerle.
bir yaz şarabı, iki somun ekmek, bir de lisan bilsem tam olurdu, neyse hadi sonuncusunu boş ver. grekçeyi de öğrenmek isterdim. ama modern demotikiyi değil, sokrates'in grekçesini, platon'un söylevini ve hephaestion'un öfkesini. öfkeyi de boş ver. salt ak kıyılar yeterdi bana. salt gökyüzü bile yeterli olabilirdi ama değil şimdi. bir kahve içimlik olsun kalmak isterdir, sonra isterseniz cehenneme atın beni. ama cehennemi de boş verin şimdi.

girite gitmek istiyorum şimdi.



6 Kasım 2012 Salı

günaydın

Her sabah evimin çok yakınında bir restoranın önünde beş dakika kadar zaman geçiriyorum. Servis gelinceye dek hep aynı pozisyonda arabaları, insanları izliyorum genelde. O saat uyandırılmış olmanın huysuzluğu, yarı aydınlık havada sabah soğuğuna gözlerini açan insanın intihar eğilimi, iğrenç mekanik gürültüler, korna sesleri, cılız güneş bütün bu beş dakikamın canına okuyor. İnanın tek zerre olsun keyif almıyorum o beş dakikadan. Benim için korkunç bir demotivasyon sebebi bu.

Son günlerde kendime daha ilginç bir uğraş edindim. Önceleri pek dikkat etmediğim restoranın bir çalışanını, 60'ına yakın bir amcanın hissettirmeden izlemeye başladım. O saatlerde restoranda sadece bu amca bulunuyor ve çok da meşgul edici olmayan işlerle ilgileniyor; masaları düzenlemek, televizyonu açmak, ışıkları yakmak, yerleri 'viledalamak' gibi.. Ama bununla da kalmıyor, bazen türkü söylüyor. Hem de hiç çekinmeden, sesini duyurmaktan utanmadan, boğazında kelimeleri yutmadan, mırıldanmadan, gevelemeden basbayağı sabahın yedisinde türkü söylüyor. Sesi trafiğin akışında yitip yok olsa da hiç olmazsa kaldırımda sabit bekleyen ben onu duyabiliyorum.

Her seferinde farklı bir türkü buluyor kendine. Sonra kim bilir kendinden çekindiğinden midir bilinmez, melodiyi tamamladıktan sonra susuyor ve sıkıntılı bir iç çekişle beraber sigara yakıp bulmaca çözmeye başlıyor hemen.

Başta doğal karşılıyorsun, belki gençliğinden kalma bir hevestir, sabahleyin uyanabilmek içindir diyorsun. Haklısın da aslında. Ta ki bir sabah başka birini daha dükkanda görünceye dek. Herhangi bir işgünü, herhangi bir sabah aşağı iniyorum, her zamanki kaldırım köşeme yerleşiyorum. Şaşkınlıkla günlerdir ilk kez orada ikinci bir çalışanı daha görüyorum. Aynı yaşlarda, daha kısa boylu, daha sarışın ikinci adam. İkisi birlikte yemek servisinde kullanılan arabayı ters çeviriyorlar. Galiba tekerlerin birinde bir sorun var. Hiç konuşmadan işlerine devam ediyorlar. Sonra yeni gelen amca çalan telefona cevap vermek için koşar adım içeri gidiyor. Az sonra geri geliyor. Elinde bir ufak, beyaz bir yazı tahtasıyla. Anlayamıyorum. Önce birtakım el işaretleriyle bir şeyler söylemeye çalışıyor. Türkücü amca anlamaz gibi görünen bakışlarla karşılık veriyor. Sonra baktı olmayacak eline kalemi alıyor ve şöyle yazıyor "Sen artık eve git nöbet bende". Amca bir baş selamıyla beraber sağ elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirerek kendine çekiyor. Karşısındaki de gülümsüyor. Çok anlamsız. Neden böyle davrandıklarını çzöemiyorum. Tam o esnada servisim geliyor ve hikayenin kalanını göremiyorum.

Sonra arabada düşünüyorum. Bu hareketin işaret dilinde 'Teşekür ederim' anlamına geldiğini hatırlıyorum. Ama bu da tüm açıkları kapatmıyor. Eğer amca konuşamıyorsa nasıl şarkı söylüyor ? Sonra bu tarife uyan konuşma bozuklukları aklıma geliyor, akıcı cümleler kuramayan ama şahane şarkı söyleyen ilkokul hademesi aklıma geliyor. O anda, amcanın utancını, çekingenliğini, ancak kimseler yokken ses çıkarmasına izin veren özsaygısını anlamaya başlıyorum. Kim bilir kaç kereler konuşmak için can attığı halde yanlış yapmaktan korktuğu için suskunluğu koruduğunu, en temel güdülerinden birini gizlediğini, en alçakgönüllü tavırla sesini içine hapsettiğini düşünüyorum.

O sabahtan beri yoldaki somurtuk suratlı insanlara karşı daha az antipati duyuyorum.  

5 Kasım 2012 Pazartesi

Kasım'ın 5'i

"Remember, remember
Fifth of November
Gunpowder, treason and plot..
I've seen no reason
Why the gunpowder treason
Should ever be forgot"

"Hatırla, hatırla
Beş kasım'ı hatırla
Barut, ihanet ve komplo..
Bu ihanetin unutulması için
Hiçbir sebep göremiyorum"

Her yılın Kasım ayının beşinde Britanya adasının çocukları bulundukları şehrin havai fişek gösterilerini izlemek üzere ebeveynleriyle birlikte meydana akın ettiklerinde bu şiir okunur hep bir ağızdan. Belki hiç öğretilmemiştir bile onlara. Muhtemelen hiçbiri bu dizelerin anlamını bilmez, hatta belki de bilmek bile istemez. Ebeveynler için de durum çok farklı değildir. Çocuklarından gelen bir alışkanlık, "God Save the Queen" "All Hail to England", belki de sloganize olmuş fikrin cazibesinden midir, yoksa derin bir toplum dayatması mı bilinmez, ama kendilerini bildikleri bileli adanın yağmurlu sonbahar günlerinin birinde geleneksel havai fişek gösterilerini izlemeye gider bu yetişkinler. Havai fişek Britanyalılar için alışıldık bir icattır aslında. Sözü geçen komplo'nun düzenlendiği Kral James I, tahta çıktığında bunu bir ateş gösterisiyle kutlamıştır, ki bu olay henüz 1566 yılına denk düşmektedir. Hatta öyle ki bu olaydan sonra Kral James bu gösteriden sorumlu saray görevlisini "sör" ilân edip şovalyelik bile vermiştir.

Çocukların bu yağmurlu ada havasında yılda bir kez de olsa böyle masalsı manzaralar görmeye bayılmalarına şaşırmamak gerek. Şaşırılası olan bir şey varsa o da bu bayramın sebepsizce 456 yıldır süregelmekte olması. Daha şaşırılası olan bir şeyse yaklaşık son 10 yıllık tarihini bir anti-kapitalist hareketin sembol günü olarak geçirmesi.

Peki neden bunu bu kadar önemsiyoruz ? Çoğu kişiye göre en kolay cevap, David Alan'ın 'V for Vendetta' fanzininden uyarlanmış bir Warner Bros. filmi. Bu sava göre, bahsi geçen komplo, bundan 500 yıl öncesinin Britanya krallığında henüz bir dengeye oturmamış bir mezhepler yığının içinden çıkan bir adamın bireysel ve köktenci terörizminden ibaret. Halihazırdaki Kral James I büyük bir Protestan muhafazakarı ve gittikçe zayıflamakta olan Katolik Anglosakson nüfusun haklarının çoğunu tahtına geçer geçmez gaspetmiş bir zorba. İşe önce kendi sarayındaki Katolik rahipleri, danışmanları, kişisel hizmetkarlarını, soytarıları, saray muhafızlarını şehrinden kovarak başlıyor, sonra Katolik şapellerini şarap mahzenleri haline dönüştürmeye çalışıp kendi mülkiyetine geçiriyor, sonra zamanla Katolik hukukçuların tasfiyesi ve sonunda işler Londra'dan tüm Katolikleri zorunlu göçe uğratmaya kadar gidiyor.

Bu gelişmeler esnasında Ada'sını Fransız ve İspanyollara karşı korumaya yemin etmiş bulunan bir York'lu genç bir Anglosakson subay, Guy Fawkes, genç yaşta dul kalan annesinin bu tehcirin kurbanlarından 'ex'-soylu Baynbrigge ailesinin reisi Denis Baynbrigge ile evlenmesine ses çıkarmıyor. Aslen ailenin tamamı Katolik olmamasına rağmen soyağacının bir o Katolik olan dalı çoktan Kral'ın dikkatini çekmiş durumda ve diğer tüm saygınlık sahibi İngiliz sülaleleri gibi Baynbrigge'ler de Yorkshire'ın yolunu tutmuşlar çaresiz. Evlilikten sonra Fawkes bir yandan eğitimini Baynbrigge'lerin mali yardımlarıyla desteklerken, diğer yandan annesiyle birlikte Baynbrigge'lerin o dönemki meşhur Bloubberhouses malikelerine yerleşiyor. Bu yıllarda ise uzun zamandır Kral'ın hükmüyle hapiste kalan, 'granmaster' John Pulleyn, ailenin yaramaz Katolik'i, serbest kalıyor ve akrabaların peşinde York'a taşınıyor. Fawkes ile akıl hocası Pulleyn'in tanışmaları bu şekilde gerçkeleşiyor ve Fawkes derhal onun Katolik öğretilerinden ve eğitimini Katolisist, 'Romagne', klasik Hristiyanlığa bağlı yönde ilerletmesi yönündeki telkinlerinden etkilenmeye başlıyor. Bu yıllarda kendi fikir dünyasını tamamen değiştirmeye başlayan Fawkes Kraliyet birliklerinin eğitimini tamamlıyor ancak yeni patlayan Sekiz Yıl Savaşları'nın zorlu yıllarında kendini aniden Hollanda'da buluyor.

Belki de dönemine göre en kültür sahibi askeri uzmanlardan biri haline gelen Fawkes, o güne kadar görülmemiş bir hızla Kraliyet rütbeler sisteminin üst noktalarına doğru tırmanmaya başlıyor ve büyük bir dikkatle fikirlerini koyu Protestan İngiliz aristokrasisinden gizliyor. Bir yandan artık seçim vaktinin geldiğini anlayan Fawkes, savaşın sonlarına doğru İspanyol generallere kendi komutasında yakından tanıdığı İrlandalı katoliklerle İrlanda'nın savaş sonrası durumunu tartışmak bahanesiyle irtibat kurmaya başlıyor. Bu sırada kendi gibi Katolik olduğunu bildiği İrlandalı Sör William Stanley'in geniş askeri saygınlığının korumasını fark eden Fawkes, İspanyollarla anlaşıp 1588 yılının ilkbaharından itibaren hemen hemen tüm emirerleriyle birlikte bugünkü Fransa'nın Calais topraklarında İspanyol kuşatma armadasına oldukça yükek bir rütbeyle katılıyor ve İngiltere kralınca derhal vatan haini ilan ediliyor. Başta büyük bir şoka uğrayan İngiliz politikası belki sonuçta kazanılan zaferin getirdiği müttefik Hollandalıların bağımsızlığının sarhoşluğuyla, belki savaş sonunda patlayan İskoçya krallığının ayrılması ve İrlanda mülkünün İngiliz kraliyetinin keskin tahakkümün kısmen dışına itilmesinin yarattığı krizin sıcaklığıyla Guy Fawkes'ı unutuyor ve halk arasındaki aşağılayıcı ve 'Guido Fawkes' alayının dışında bir süreliğine gözlerden kaçırılıyor. (Bu takma ad Guy isminin İspanyolca'ya uydurulup, hıyanete duyulan nefretin halk dilinde ifadesinden ibarettir)


Savaş yıllarında İngiliz politikasını yakından tanıyan, yeraltı katolik direnişinin içine dahil olan Fawkes, ada katoliklerinin lideri Robert Catersby ile komplo fikrinin temellerini atıyor. Bir gece bağlı bulunduğu İspanyol armadasında izin almadan Manş'ı geçen Fawkes ile Catersby bir yerel Londra hanında buluşarak hazırlıklara başlıyorlar. Yaptıkları plan uyarınca Parlamento binasının çok yakınındaki bir dostlarının evinden bir tünel kazarak tüm parlamentoyu, kraliyet konutunu ve Lordlar Kamarası'nın barut dolu fıçılarla uçurma niyetinde olan komplocular yurtdışından da destek almaya çalışyorlar. Sınırdışı edilen Gal, İskoç ve İrlandalı muhalifler ve katoliklerden hiçbir yardım göremedikleri gibi, savaş sonrası güç kazanma ve ikinci bir çatışmaya dek durumu koruma çabasındaki Katolik İspanya'dan komploculardan Thomas Wintour'un tüm çabalarına rağmen sonuç alamayınca kendi imkanlarını zorlamak zorunda kalan grup, sonunda 1605 yılının 5 Kasım gününde anlaşarak çalışmalara koyuluyor.

Ve sonrası belki de malum. Kimliği belirsiz bir mektup bir sabah Lord Monteagle'ın Kamara'daki odasına ulaşıyor ve onu bu günlerde parlamento bölgesinden uzak durmaya, büyük bir patlama olacağına dair uyarıyor. Durumu derhal değerlendiren Monteagle, Kral'a da danışarak Parlamento muhafızlarından bir kaçını işin aslını öğrenmek üzere görevlendiriyor. Artık 5 Kasım'ın şafağına saatler kala, son hazırlıklarını gözden geçirmekte olan Fawkes gece karanlığında yakalanıp sorgulanıyor ve durumu hemen şüpheli bulunuyor. Kısa zamanda da diğer arkadaşları yakalanıyor, üç günde sekiz ayrı işkenceden geçirilip bir türlü İspanyolca dualar ve sloganlardan başka ağzından hiçbir kelime alamayan İngilizler, işkencedeki çetinliğiyle meşhur Sir William Waad'ı soruşturmada görevlendiriyor ve mecali kalmamış Guy Fawkes'ı elinden 'Guido' imzalı bir kirli bir paçavrayı, bir itirafnameyi alıyor. Ertesi gün sekiz komplocu birden ipe gidiyorlar.

Peki bu kadar tarih salatasının ardından elbette ki Guy Fawkes, bir açık fikirlilik abidesi değil, bir köle lideri, özgürlük savaşçısı değil. Ama sanırım Fawkes'ı küçümseyen zatların gözden kaçırdıkları bunun en doğal olan olması. Fawkes siz olabilirsiniz, Protestan bir hükümranlığın Katolik düşkünlerinden, Katolik bir Papal diktatoryanın Protestan rahiplerinde biri olabilirsiniz. Beyazlar ülkesinde bir Afro, Şeriat'ın iki taraflı keskin kılıcının altında boynunu uzatmış bir sapkın, Yakuzaların arasında bir Gaijin de olabilirdiniz. Hatta hepiniz bir yönünüzle de öylesiniz zaten. Heteroseksüelliği kutsayan medeniyetler kendi lağımlarında yükselen Eşcinselliği ancak ezemeyecekleri güce geldiğinde fark edecek kadar kördüler. İrlandalılar İngilizler için artık geri dönüşü olmayan bir sorundur. Bugün halihazırdaki Ortadoğu bataklığımızda elinde oyuncak yerine kalaşnikof şarjörleri olan bir çocuk görürseniz Fawkes'ı hatırlayın. Eğer beş asır kadar geri gidebilseydiniz genç Fawkes'ın gözlerinde o çocuğun gözlerindeki içgüdüsel öfkeyi, başkaları onu benliğini oluşturan 'şey'i ihanet diye yaftaladığı için o 'başkaları'na duyduğu karşı konulmaz yabancılığı hissedebilirdiniz. Guy Fawkes Anglosakson Protestanlığı denen kuyunun en dibinden gökyüzündeki güneş ülkesine bakan bir hayalperestti, evet. Zamanında Spartacus de aynı şeyi özgürlük duygusunu, kişiliğinin o güneş ülkesinin yüzüne vuran ışınlarla yıkanması hayal etmişti o da aynı şekilde. Rousseau aynı tutkuyla Fawkes'tan sadece birkaç yüzyıl sonra yanıp tutuştu, üstelik onunki akıl almaz bir devrime sebep olmuştu. 1805'de Haiti'li Toussaint muhtemelen adasının her beyaz köle sahibine, Fawkes'ın kibar bir Protestan aristokratın kendini beğenmişliğini izlerken içinde kor gibi yanan bir intikam duygusuyla bakıyordu. Onunki de bir halkın kaderini değiştirmişti. Belki dün otobüste bir aptal sizin kısa eteğinize ayıplayarak bakarken, yahut o erkek yüzünüzün iki yanında, kulaklarınızdaki küpeyi tiksintiyle izlerken siz de o ülkeyi düşlemiştiniz.

Beş kasım bir V For Vendetta Fan Kulübü bayramı değil. Eğer bu hislerinin birine bile sahipseniz (ki olmanız en tabii olanıdır) sizin bayramınız, sizin intikamınız, sizin çağrınız, sizin çöküşünüz ve sizin kurtuluşunuz olmalıydı. Onun tek şanssızlığıysa o günkü hayal kırıklığıydı, nicedir ki o hayal kırıklığı beş asrın birikiminde büyüdü, büyüdü ve bugün yepyeni, koskocaman bir patlamanın, tek bir parlamento patlamasının değil, bütünden bir kıyamet makinesinin yok edilmesine gebe bir patlamanın timsali oldu.

Hatırla..

30 Ekim 2012 Salı

Bu Blog Niçin Var ?

Merhaba,
Halihazırda bir blog'un ilk satırlarını girdiğim için ben de oldukça heyecanlıyım. Belki gereksiz, aptalca bir heyecan bu. Ama önemli değil. Kesik kesik yaratılmış bu ilk cümlelerin sonunun nereye gidebileceğini de bilmiyorum açıkçası. Sanıyorum bu belirsizlik yüzündendir ki ufak bir heyecan içindeyim.

Ama yine de o kadar da plansız değilim. Bu blog'un düşünülmüş, kafa yorulmuş, -hiç olmazsa- akıldan geçirilmiş bir var oluş sebebi var. Telaşa gerek yok. Bir sosyal medya kahramanı gibi uzun bir manifesto dizmeyeceğim burada. Aslen yazdıklarımın herhangi bir okuyucuya ulaşabileceğinden bile emin değilim. Zaten temelde blog oluşturma fikrimin temelindeki dürtü de burdan geliyor. Yani bir iç dökme alanı yaratmak. Zihnin yaratımlarını kayda geçirmek. Belki ona bir destek, belki de bir eleştiri aramak. Ama ne olursa olsun onu böyle bir teste sokmak ve akılda aldığı yamuk yumuk, bulanık şeklinden çıkarıp kompoze edilmiş bir bütün hale dönüştürmek. T. Edison insanın her gün bir yeni fikir üreterek her yıl bir yeni icât ortaya çıkarabileceğini söylemiş. İşte söylediğim gibi, bu blog'u yazma işine girişmemin temelinde bu dürtü, bir çeşit yalnızlık ve tartışma ortamı bulamayış yatıyor. Edison'un iddiasındaki sonuca varabilmek, küçük bir umudum peşinde giderek üretkenliğe ulaşabilmek.

Ancak doğal olarak bunun diğer yöntemlerini de düşünmüştüm. Beş dakika içinde bir Twitter hesabı alıp benzer bir uğraşa orada da girebilirim. Ancak hayır, Twitter beni sadece 140 karaktere hapsetmekle kalmıyor, aynı zamanda bir fikrin ulaşılabilirliğini bir popülerlik ölçütüne de bağlıyor, hatta onu kendini bütün Güneş sisteminin merkezinde sanan insanların çiziktirmeler ormanıyla aynı satırlara sıkıştırıyor. Bana sorarsanız, büyük bir hakaret. Sadece kendini beğenmişlik olsun diye söylemiyorum. "İnsanlar çok mankafalı" imâsına ulaşmak gibi bir niyette de değilim. Bununla beraber Twitter ortamını format olarak çok işlevsiz buluyorum.

Diğer yandan uzun süredir Facebook kullanıcısıyım. Orada da çok hoş yayınlar yapabiliyorsunuz. Ama Facebook'ta da büyük bir format sıkıntısı görüyorum. Gerçek kişilerin 'Not' olarak girdiği yazılar genellikle profillerin arka sekmelerinde kalmış durumda. Ön sekmelerde paylaşımlar bulunuyor. Paylaşımlara yorum olarak beyan ettiğiniz fikirleriniz ise uzunlukları nedeniyle "Devamını Gör" yaftasının altından eziliyor ya da zaten daha oluşturulma aşamasında server sorunları nedeniyle güme gidiyor. Facebook'un Anasayfa tabanlı paylaşım sisteminde okuyucunun seçme şansının çok kısıtlı olması, anlamsızca bir teşhir hali ve bu sistemde yalnızca geçici bir ömre sahip yazılarınız kısa zamanda Facebook database'inden uçup gitmesi de cabası.

Tüm bunları düşünerek uzun bir kararsızlık sürecinin ardından bu blog'un yaratımına karar vermiş bulunuyorum. İlk paragraflarımda belirttiğim üzere pek belirli bir tasarımım olmadığı için yazılarımda ve yorumlarda epeyce özgürlükçü davranacağım aşikâr. Yani belli konu ve şablonlara sıkışıp kalmamayı umuyorum en azından. Zamanla bir temele oturtmayı başarabilirsem, bu blog projemde önemli bir başarıya ulaşmış sayacağım kendimi. Ancak yine de kendi kendimi nicelik olarak az ama bir o kadar da kesin birkaç kuralın içinde tutmaya karar verdim. İlk kuralım samimiyet. Burada kimseye yalan söylemeyeceğim ve yazdıklarım gerçek deneyimlerim, gerçek düşüncelerim, en içten gelen isteklerimden ibaret olacak. İkinci kuralım ise üslup. Ne olursa olsun, derme çatma bir blog makalesi için hakarete, saldırıya, düşüklüğe, düzeysizliğe, yaltaklanmaya elimi uzatmayacağım. Uzatana da izin vermeyeceğim. Düşünerek ulaştığım tek ilkelerim bunlar aslında. Ancak bunların gereği olarak anonim yorumlarda bulunanlardan hiçbir şekilde gizliliklerini kaldırmalarını talep etmeyeceğim mesela. Yahut olumlu veya olumsuz tüm eleştirileri yayında tutacağım ve dikkate alacağım. Ayrıca şahsi bir alışkanlığımdan ötürü dilin canına okumadan, hiç olmazsa temel imlânın gereğini yaparak yazılar sunacağım. Ki bu zaten pek kimselerin umrunda olmaz diye tahmin ediyorum.
Söz.