21 Ocak 2015 Çarşamba

Kelime-i Aşk


Yeryüzündeki o duyguya ait hiçbir kelime kendini Türkçe'deki "Aşk" gibi bir telaffuzda bulamadı.

Bu vurgu, bu nükteli söyleyiş, hatta en kaba genizleri bile bir parça ılık suyla yıkanmak zorunda bırakır gibi, genç bir kadını dudaklarından öper gibi çıkıyor ağızdan.

Kısa ve vurgulu tek bir hece. Sözü fazla uzatmıyor. Ama yeterli dokunuşu da yapıyor. Kendini ister istemez belli ediyor, on kelime hatta yüz kelime arasından bile. Rastgele söylenmiş Türkçe sözcükler arasında en bariz fark edilen hecede kuruyor saltanatını.

Derin bir kökü var. Dilden dile geçmiş. Bazen başka anlamda da kullanılmış. Kültürle yoğurulmaya çalışılmış. Bazen asimile edilmeye de. Bazen ağızlara sakız edilmeye uğraşılmış. Ama kazanmış savaşını. Hep güncel kalmış. Bireyin en küçük, en yalın halinde varlığını, değerini, anlamını korumuş. Kaybettiği anlarda da tekrar, tekrar bulmuş.

Romanda gezinmiş, şiirde akan bir nehirde savrulur gibi savrulmuş. Komedyada eğlenmiş. Tragedyada ağlamış, ağlatmış. Kendini sanattan uzak tutmamış. Hatta sanatın içine öylesine sıkı damarlar uzatmış ki bazı sanatçılar onsuz sanatı yapmaz olmuş. Ona bu yüzden küsenler olmuş. Ama yine de hiç yalnız kalmamış Aşk.

Tarifini ikinci bir kelimeyle yapmanın bir yolu yok. Tek başına ifade ettiği anlam, başka dillerin aksine, karıştırılamaz şekilde belli. Bu anlamı verirken hiç elini sakınmıyor. Bütün vurguyu hecenin tüm muzip patavatsızlığıyla birlikte çıkarıveriyor.

'Ş' sesinde yükseliyor adeta, Önce kaba olmayan ama zarafetle abartının farkını bilen bir 'A' sesiyle başlıyor, sonra 'Ş' sesinde yutağı, damağı, dudakları okşuyor. Sonunda lafzı uzatmayan, kendini naza çeken bir 'K' sesiyle nihayete eriyor.

 Kulakta patlamıyor, ama zihinde patlıyor adeta. Ama yıkıcı bir patlama değil bu. Zihne bir kaya gibi çarpmıyor. Kumsalın kıyısına anidn vuran köpüklü bir dalga gibi dokunuyor. Yükseldikçe yükseliyor ve geri çekilirken ıslak izler bırakıyor ardında. Kendini sevdiriyor.

Her ağza yakışmasa da, her konuya kendini sokuveriyor, asla yakışıksız durmuyor. Anlatılmak istenenin ciddiyetini bozmuyor. Ama kendisi de ekle kökle ıvırla zıvırla eğilip bükülüp çekimlenmiyor hemen. Kendi hecesini koruyor. Tek değişimini "Aşık" derken yaşıyor. Aşk'ı yaşayanda biçimleniyor Aşk. Tıpkı Aşığın kendini kaptırması gibi, Aşk da Aşığa kendini kaptırıyor.

Aşk yaşıyor. Sokakta, otobüste, tiyatroda, kütüphanede, okulda, evde, kırda, hastalıkta, sağlıkta. Dile güzellik katıyor daima. Her yerden fırlayıveriyor. Bazen maksadını aşarsa ona başka isimler veriyorlar. Ama bAŞKa isimler verirken de ona öykünmeye mahkumlar. Bilmiyorlar.

İki kişinin dudakları arasındayken sessiz kalıyor Aşk. İki aşık birbirine Aşk'tan bahsedemiyor bazen. Öylesine narin, kırılgan görünüyor ki bazen, Aşk'ı tadan dudaklara ona tekrar dokunmaya kıyamıyorlar. Dokunulmak istenen bir kelimeyken, dokunulmaya kıyılamıyor bazen.

Bazıları inanmadıklarında bile anıyorlar Aşk'ı. Yaramaz bir çocuk gibi boyunlarını dolanıyor onların Aşk. Kurtulamıyorlar. Onsuz fazla idare edemiyorlar. Onu kullanırken görmezden gelmeyi seçiyor. Aşk darılmıyor, gururu kırılmıyor, onların dudaklarında da yumuşaklığını koruyor. Aynı lezzette tınlıyor sesi. İnanmasalar da..

Herkes aynı tonda söylemese de Aşk'ı, o bundan etkilenmiyor. Yıllar yeni söyleyişler getirmiş ona ama o bundan pek etkilenmiş gibi değil. Selçuk'un, Osman'ın Aşk'ı yine inatla aynı Aşk. Diretiyor kendini.

Çoğu kez yazılmaya eller varmıyor. Çünkü yine en iyi halini damakta buluyor Aşk. Kaba kağıtlar, ufak puntolar ona dar geliyor, iyi yerleşmiyor oralara. Ancak ucu yanmış mektuplar, gül yaprakları, fotoğraflar, kartpostallar, türlü zevk ürünleri dilin, ona ancak yetiyor. Dans ediyor eski Aşk'ları anımsatan kağıtlarda, kuruyan mürekkeplerde. Baskı makinelerinden kaçıyor, monoton yazılardan uzaklaşıyor. Ahenkli söyleyişte buluyor kendini. Kendiliğinden şiir oluveriyor.

Ruhun ince boşluklarına dolan duygu üfleniyor, kalbin arkasında toplanıyor, bir tutam dokunuyor kalbe, soluk borusuna can veriyor, ses tellerinde kalıbına dökülüyor, oya gibi işleniyor, dosdoğru dudaklara akıyor bir sıcak nehir gibi. Havada sonsuzluğa karışıyor Aşk.

Belki sonsuzdan da öteye ulaşıyor.
Bazen kendi uslanmaz raksına..
Bazen de onu duymak isteyen, tatmak isteyen bir başka ruha... 


24 Ocak 2014 Cuma

Viyana'ya Dair

Aslında bir Viyana değerlendirmesi yazmak benim için hem zor hem ilginç olacak. Çünkü Viyana benim ülke dışında gördüğüm ilk yerdi ve havaalanına indiğim andan itibaren birkaç saat bunun sarhoşluğuyla dolaşmıştım zaten. Ama bir bakıma Viyana yurt dışı deneyimleri açısından iyi bir başlangıç yeri. Çünkü klasik turist ahmaklığı sizi çok fazla sıkıntıya sokmaz burada, ayrıca Viyanalıların genelde yüksek yabancı dil kültürü, turizme alışkın olmaları, sürekli bir sürü ülkeden gelmiş insanla beraber olmaları çekingenliğinizi kolay atmanızı, insanlarla yakın iletişime geçebilmenizi de kolaylaştırır diye düşünüyorum. Ki bana kalırsa bu 'kabuğu kırma' aşaması çok önemli.

Eh, burdan başlayabilirim. Bir kere insanın ilk dikkatini çeken şey şehrin şaşırtıcı "biçimli" hali sanırım. Biçimli lafını bilerek seçtim. Çünkü sadece kaldırımların hep aynı yükseklikte olmasından, binaların -hatta apartman dairelerinin bile- çok hoş, samimimi bir klasik Doğu Avrupa mimarisi olmalarından, şehir ulaşımının müthiş düzenli olmasından bahsetmiyorum. Zaten "trafikte çok saygılılar" faslını da geçeceğim. Kast ettiğim şeyi anlatmam zor, sanki tüm insanlar şehrin her yerini, parkları, meydanları, köşebaşındaki hotdogvuları, cafeleri, sokak lambalarını, parlamento binalarını bir toplumsal anlaşmayla kararlaştırarak inşa etmiş gibiler. Herkes mutlaka bir şeyler yapıyor ama acelesi varmış gibi değil, neredeyse mekanik bir düzen içinde.

Biraz daha somutlaştırayım, şehir merkezinde yani Stephansplatz'ın civarında, alışveriş bölgeleri, kiliselerle ve parlamento binalarıyla iç içe. Bu arada bu bölgede aynı anda çok geniş parklar da var. Ama hiçbir karışıklık, yoğunluk yok. Aklım ermiyor. Bunlar olurken köşe başında sokak sanatçıları başlıyor. Onun az ötesinde siyasi bir grup açıklama yapıyor. Ellerinde reklam broşürleriyle birkaç kişi turistlere opera bileti satmaya çalışıyor. Metro giriş ve çıkışları da yine Stephansplatz'da. Sürekli birileri inip çıkıyor. Tabii bunların olduğu binaların üst katları bildiğimiz apartman. Yani burada insanlar da yaşıyor. Ve çok garip, ortada bir curcuna, bir kaos yok ! Bu kadar her şeyin sınırlarına sıkıştığı küçücük bir meydan bölgesi, üstelik yarısı kilise binalarıyla işgal olmuş, ama ortada korna sesleri, garip gürültüler, koşuşturan insanlar, avaz avaz konuşan öğrenciler yok ! Ya da belki de var ama bir şekilde fark edilmiyorlar. Gerçekten aklım ermiyor. Herkes bir şeyler yapıyor, her yer tam olması gerektiği gibi ve her şey yolunda.

Bütün şehrin bu açıdan en düzensiz mekanları Burger King ve McDonalds' bayiileri. Buralarda sürekli yoğunluk var. Gerçi Viyana'nın şinitzeli ve başka klasik Orta Avrupa yemekleri de var gidip bu fast food'dan uzk durmak istersek. Ama genel olarak bunlar daha pahalı seçenekler. Özellikle Stephansplatz bölgesi tamamen öyle. Buradan Freud'un evine giden bölge ise akşamları o klasik Avusturya entelektüelleriyle dolup taşan bölge. Bu adamlar Çek komşularının aksine bira erbabı değiller. Daha ziyade Türk ve Brezilya kahveleri içip klasik müzik üzerine tatlı tatlı tartışma eğilimindeler. Labirent gibi daracık ara sokaklar tamamen bu loş cafelerden ibaret. Eğer yürüdüğünüz sokaklarda mum ışıklı masalarda oturan beylerin saç-sakal uzunluğu artmaya ve renkleri ağarmaya başladıysa, hanımlar ince bir fularla oturuyorlarsa onların bölgesine giriyorsunuz demektir.

Yine de bu bölgenin biraz ilerisinde Karntner Strasse caddesi biraz daha canlı ortam sevenlerin bulunduğu bölge olsa gerek. Burada sağlı sollu lüks alışveriş mağazalarının yanısıra dondurmacılar, dönerciler, daha canlı ve "düşük perde" cafeler de var. Buranın daha ilerisinde yani Belvedere sarayının kuzey bölgesinde ise meşhur opera binası var. Bu kısım daha çok turistlerin konaklamasının da yapıldığı ve Viyana'nın ihtiyaçlarını daha iyi karşılayacak iş merkezlerinin kurulduğu bölge. Dolayısıyla bu bölgede nispeten daha telaşlı insanlar, biraz daha yoğun trafik ve metro hatları görebilirsiniz. Ama soru sorduğunuzda sizi tersleyecek insan bulmak, "işim var" diyip başından savacak vatandaş bulmak zor. Korna sesi düşünülemez bile.

Yine de bu bölgenin güneyine doğru nehir boyunca inerseniz zamanla bu görünüm biraz daha sakinleşiyor. Mahallelere gelmeye başlıyorsunuz. Burada çok büyükçe bir kilise var, ismi Votivkirsche. Aslında maksadım turistik spot bölge tarifi değil, bunu çok iyi yapan kaynaklar var zaten. Ama Votivkirsche bence gölgede bırakılmış bir nokta. Üstelik öyle uzak da değil, ama uzaktan görüntüsü çok iyi. Stephansplatz'dan yola çıkıp Karlsbad ve Albertina'yı dolaşan bir insan Volksgarten'in ağaçlıkları arasından mutlaka bu kiliseyi görüp merak edecektir. Ama turizm rehberleri mutlaka Schönbrunn gibi daha uzak yerleri, Prater gibi eğlence parklarını ön plana çıkaracaktır. Hele hele merkezdeki Stephansdom ve Petersdom'u gördükten sonra başka kiliseye ne gerek var değil mi ?

Yine de Votivkirsche'ye giderseniz bunun önünde gençleri şezlong atıp güneşlendiği parkı görüp şaşırmayın. Her ne kadar bizim için güneşlenmek bir plaj etkinliği olsa da sanırım Avusturyalıların pigmentsiz derileri bir plaj havasını bekleyecek kadar sabırlı değil. Buraya gidip ellerinde biralarla saatlerce sohbet ediyorlar ve genç yaş gruplarında mutlaka bir müzik çalar bulunuyor. Buradaki bir gençten öğrendiğime göre Votivkirsche artık çok sembolik bir yer haline gelmiş. Çünkü burada Avusturya'da yükselmeye başlayan göçmen karşıtı politikalar protesto edilmiş, protestolara müdahale gelince halk günlerce Votivkirsche'yi işgal etmiş. Çok büyük tartışmalar olmuş ve parlamentoda bile günlerce sadece Votivkirsche protestoları konuşulmuş. Bu yüzden protestolar sonunda iyice yıpranan kilise onarıma alınmış ve kolay kolay açılması da beklenmiyormuş.

Galiba Votivkirsche'yi bütün gün şehirde dolaştıktan sonra çimlere yatıp dinlenme imkanı verdiği için seviyorum. Ama bu ufak detayların süslediği yerler de ayrıca hoşuma gidiyor. Burada oturup şehrin insanlarını izlemek gerçekten hoş. Burada turistler için alelade bir yerin şehrin yerlileri için ne kadar önemli olabildiğini anlıyorum. Ve tabii, bu yerin kadar önemi olmasına karşın insanoğlunun bu kayıtsızlığı, elinde birasıyla bu toplumsal abide önünde keyif yapması.. Başka ne olacaktı diye düşünüyorum.. Votivkirsche'nin önündeki çimenlikte uyukluyorum.

Schönbrunn Viyana'nın yazlık sarayı. Maria Theresa hanımefendiye adanmış. eğer hiç tarih merakınız yoksa bile güzel bir Viyana manzarası için çıkılmaya değer. Üstelik sadece sarayın içine ücret ödemek zorunlu. Geri kalanı tamamen sizin dizlerinizin dik yokuşlara ne kadar uyumlu olduğuyla ilgili. Zira bu bahsettiğim manzaraya erişmek için bayır yukarı bir miktar tırmanmak gerek. Tabii ki müthiş düzenli ve geniş bir yoldan. Ormanların içinde.

Şehrin batı bölgeleri daha çok mahalli alanlar. Buralarda fiyatlar doğal olarak daha güzel. Tabii merkezden dışarı doğru yabancı dil bilme olasılığı görece düşüyor. Ama şehrin estetiği hiç kaybolmuyor. Hah, işte buldum galiba aradığım kelimeyi, Estetik. Viyana'nın kenar mahalleleri bile belli estetik gözetilerek yapılmış. Bizim cadde üstü minimarketlerimiz alüminyum döşemelerle yetinirken burada her biri üzerinde belli bir sanatsal tarz kullanılmış. Bazı apartmanlarda estetik süslemeler bile yapılmış, binanın anahatları dışında. Tabii caddelerin yanında süre giden bisiklet yolu, yaya yolu, bunun üzerinde sürekli görüdüğünüz sportif vücutlu koşan insanlar, pedal çevirenler, paten kayanlar.

Bir defasında kulağına kulaklık takmış genç bir kadına bir şey sormak istercesine baktığımda hiç gocunmadan patenini durdurdu, kulaklığını çıkardı, güneş gözlüğünü başının üzerine kaydırdı. Geniş bir gülümsemeyle dinleyip cevapladı sorumu. Bu da gerçekten harika. Bizdekine benzer bir turiste ilgi alaka var. Ellerinden geldiğince yardımcı olma gayreti var. Bunu hissediyorsunuz. İyi ağırlanmaya çalışıldığınızı anlıyorsunuz. Mutlaka en basit trafik memurundan bilet gişecisine, otel resepsiyonistinden sokak çalgıcısına herkes İngilizce biliyor gibi. Hiç olmazsa en temel haliyle cümle kurmayı biliyor. Mutlaka sportmenler, toplum kadın-erkek fark etmeksizin bireysel sporlara düşkün. Zinde vücutları var ve Doğu Avrupa genlerinin güzelliklerini tüm göçlere ve entegrasyonlara rağmen çok belirgin olarak taşıyorlar. Mutlaka yardımseverler ve sonradan Prag'da gördüğüm turist bıkkınlığı henüz burada gelişmemiş. Hala kendini tanıtma çabasının izleri var, hala kozmopolitlik ve bu kozmopolitliğe karşın inatla sürdürülen bir yaşam kalitesi var. Bir şekilde sağlamışlar bunu. Anlamış değilim.

Aslında daha birçok başka şeyi de sayabiliriz bölgenin diğer şehirleriyle kıyaslayıp. Mesela diğer şehirlerde çok yaygınlaşan uyuşturucu madde satışı görebildiğim kadarıyla Viyana'da yok. Şehir merkezi barlarla dolu değil, aslında öyle çok yüksek tempolu müziğin çok fazla rastlandığı söylenemez. Viyana bu açıdan tam bir klasisizm şehri. Sanırım kapkaç, hırsızlık benzeri olaylar da pek yaygın değilmiş. Bu arada metro yaygın olarak kullanılıyor ve doğru dürüst bilet-turnike kontrolü yok. Bir nevi sosyal hizmet haline gelmiş, tıpkı Berlin'deki gibi. Tabii klasisizm dedik, lüks de bununla beraber gidiyor. Ama gördüğüm kadarıyla genç nüfusun lüks anlayışı daha enternasyonel, yani seyahat etmekten, Çin yemeği yemekten, Amerikan pop müziği dinlemekten hoşlanıyorlar. Bu arada en önemli ülke içi konulardan birinin göçmenler olduğundan zaten bahsetmiştim. Her yerde Türkleri görmek mümkün, öyle ki havaalanı taksicilerinin hepsinin Türk olduğunu duyduğumda inanmayıp gidip özellikle bakmıştım. Sonra konuştuğum taksicinin neredeyse aksanından İç Anadolulu olduğunu bile çıkarınca ikna oldum. Bu yüzden çok zorda kalsanız bile Türklerle konuşup anlaşabilirsiniz ki İngilizce konuşan birisi için buna gerek de yok esasen.

Viyana sanırım hayatımda yaşamak isteyeceğim yerlerden biri olarak kişisel listeme girecek. Belki sıkıcı ve ölü eğlence anlayışımın bunda etkisi olabilir, belki ilk defa yurtdışına çıktığımda ilk gördüğüm şehir olmasının da bir etkisi olabilir ama yine de Viyana inkar edilemez şekilde sanatın, estetiğin, ahengin ve hepsinden önemlisi bunun ruhuna uygun davranan, bu ruhu benimseyip sanki gizli bir yöntemle bu ruhu koruyan insanların şehri.

12 Kasım 2013 Salı

enkaz

kapkara zindanlarınızda doğmadım ben. kara'nın her tonunda arka fonların içinde ak beşiklerde doğdum. doğduğumda 50 yaşındaydım. gittikçe gençleştim, şimdi 70'lerimdeyim. yakında ölümün sınırından geçeceğim, ölümsüzleşeceğim. gittikçe daha hızlı yaşlanıyorum. kimse vurmayacak beni, şehit olmayacağım ve bir şehir viranesinde kurşunlanmayacağım, kendi beynime sıkmayacağım. 10 yıl önce gökyüzüne sıktığım kurşunun yeryüzüne inmesini bekleyeceğim. başımın üstüne isabet ettireceğim onu. en büyük başarım bu olacak. ben ölümsüzüm çünkü. ölümsüzü, kendimi,  öldürdüğümde, ölmü saplantılarınızı yeneceğim sizin yerinize. gördüğünüz gibi yobaz bir narsistim. narsizm beni narcissus'un gölüne düşürmeyecek. o kadar aptal değilim. narsizmin intiharı hak ettiğini biliyorum. intihar etmeyeceğim yine de. ölümü kucaklayacağım. buna intihar değil de, şehadet değil de, ne denecek bilmiyorum. henüz bu konu hakkında düşünmedim. buna vakit ayırabileceğimi sanmıyorum. bu tip şeyler için vakit bulamıyorum, çünkü işlerime ayırmam gereken vakti boş bırakıyorum. bu vakumlu boşlukta boğularak ölmeyi denedim. maalesef ölümcül olmadığını fark ettim. daha ziyade bağımlılık yaratıyor. daha ziyade sizi kendinize düşman ediyor. ama insan kendini öldüremiyor. bundan da eminim. sadece zırhlarınızı çıkarıp atabilirsiniz. böylece gelen rastgele darbe ya kalbinizi ya beyninizi veya şanslıysanız yüzünüzü patlatacaktır. üç durumda da ölünebiliyor. sonuncusu kimliğinizi zehirler, zihninizi sıfırlar belki hasta kişilikleriniz için yeni ufuklar açılacaktır. belki o ufuklarda kaybolursunuz. yine bu intihar meselesi sizi çok fazla ilgilendirmiyor olmalı. nasıl olsa siz akıllı, saygın ve uysal kimselersinizdir. ölüm kaybedenler içindir ve game over olmak kimsenin hoşuna gitmez. en çirkin oyunlarda bile temeldeki oyuna devam etme isteğiniz her şeye baskın çıkacaktır. kazanmak, gerçek değildir. çünkü anlamsızdır. anlamsız olan her şey gerçekdışıdır. anlamsız olan her şey, size dayatılandır ve bağımlılık yaratır. bağımlılık bize evrimin sunduğu bir lanet ve aynı anda bir hediyedir. böylece varoluşumuz tanımlanır. böylece varolmak için bağımlı olduğunuz şeylere daha çok bağlanırsınız ve geri kalan tüm hayati çabaları lanetlersiniz. zevklerin tümü bağımlılık yaratır. bağımlılık yaratmayan zevkler yeterince tadılmamıştır. ve yeterince tadılmayan şeyler merak denen duyumuzun kökenidir. merak bizim altıncı hissimizdir. yoktan gerçekliklerin yaratır, daha doğrusu duyumsar, bilginin kökenidir, bu bakış açısına göre bilgi gerçek değildir, bilgi imkansız da değildir, bilgi sizin deyiminizle 'bir olasılıktır' sadece.  her neyse. oyunda önemli olan hep devam etmektir. kazanmak anlamsızdır. kaybetmek en kötü sonuçtur. kazanmak gibi anlamsızlığa yol açmaz, onun getirdiği sonsuz kısır döngünü hediye edemez size. kaybetmek gerçektir tümüyle. hiçbir şey kazanılamaz gibi görünür. çünkü kazanımların gerçek bir sonucu yoktur. insan doğası bunu içten içe hisseder ama kendi yüzüne vuramaz. bu da bizim yıkıcı bir evrimsel çelişkinin eşiğinden dönmemiz sonucu olmuştur. insan kendi yüzüne vuramaz hiçbir şeyi. zihin denen matematiksel evrende bu fonksiyon tanımlı değildir, zira. her neyse. her neyse. her neyse. bu yüzden her şeyin temelin kaybetmek varmış gibi görünür. kaybetmek ve ötesinde yatan enkazdan kendine bir teselli çıkarmak. mutluluğun tanımı budur. hayatın temel gayesi budur. kaybetmenin enkazında teselliler çıkarmaktır, hayatın amacı. hayatın anlamı ise çoktan çözülmüştür öyleyse. hayat bu enkazın kendisidir. hayat sayılamaz, ölçülemez, hesaplanamaz insanî kaybediş öyküsünün enkazıdır. insan hayatı bu enkazın büyüklüğüyle birlikte artar. yani "yine dene, yine yenil, daha iyi yenil". değil mi ? ne haklı bir özdeyiş ! böylece elinizdeki enkaz daha zengin olacaktır. siz daha iyi yenilirseniz, cefanız o kadar artacaktır. kimileri göremedi ve anlayamadı bunu, onlara nihilist dendi. "umut, işkencenin uzamasıdır" dediler. "hem evet hem hayır" diye cevap verdim ben. zaten çelişkili cevaplar vermeyi severim. "çünkü" dedim "hayat işkence değil enkazdır". birey için hayat işkence eylemi gibi bir hareket, bir fiil değil, sadece durağan bir enkazdır. enkaz kendi kendine farklılaşmaz, size eziyet etmez, yalnızca sizin ardınızda durur, sizi bekler onu karıştırmanız için. isterseniz onu büyütüp zenginleştirirsiniz hepsi bu kadar. birey ömrünün sonu gelmez saniyeleri birer çağdır galaktik terimlerle karşılarsak. birey çoğunlukla durağandır. durağan olmayan birey huzur bulamaz. durağan olmayan bireyin enkaza dönüp bakacak vakti yoktur. ama en büyük onur o bireye atfedilir. en yüce insanlar o mobil bireyler içinden seçilip kutsanır. kahramandır onlar. onların hayatının bireysel anlamları yoktur. onlar bireylerin hayat denen enkazlarının nasıl bir olup yanısıra dizildiğini, dünya denen çöplüğü meydana getirdiğini görmüşlerdir. buna da ermişlik denir. dünya bir çöplüktür. bu yüzden artık bizi daha fazla kaldıramamakta ve tatmin edememektedir. kişilerin bireysel enkazları bu yüzden karmakarışık haldedir. yine de bireylerin çoğunun görüş alanı oldukça kısıtlıdır ve bu görme çabalarının her biri birer kaybediş hikayesine dönüşür. fazla uzağı göremeyip oturur ve kendi işlerine bakarlar. bu iki durum arasında iyi  veya kötü ayrımı yapılamaz. insanlar sadece kategorize edilebilirler. vicdani yönden esasen yargılanamazlar. bunun kararını bireyler değil, kitleler verir. işte bu noktada, insanların kategorize edilmelerinden sonraki adıma vicdan denir. vicdan bir tercih aşamasıdır. göremeyişin ve görebilmenin ortak sonucudur. saçmalıktır. iyi-kötü ayrımının ebedi ve ezeli temeli olması bir yana, onun bir aygıtıdır. ama yine de kitleler, bütün bu enkaz kalabalıklığına bir kaotik hal vermek istemektedirler. buna da özgürlük denir, bu noktada temel bir çelişki ortaya çıkar. vicdan ve özgürlük temelde bu noktada çelişiktirler. kitleler özgürlüğü, bireyler vicdanı doğurmuşlardır. bunların kökenleri de aslında -birey-kitle ayrımı olduğundan- diğer deyişle bir çoğunluk meselesi olduğundan, çözülmesi imkansız sorunlar yaratır. tüm fikir ayrılıklarının temeli burada yatar. bu durum fikir ayrılıklarını kısmen anlamsızlaştırır, kısmen çözer, kısmen çözümsüz hale getirir. sonunda elimizde bu konuyla ilgili söyleyecek bir söz kalmasa da bu durumun gerçekliğini yadsıyamamamız bize gerçekliği sorgulatmaya başlar. bir nokta da fikir (yani idea) ile geri kalan her şeyi birine karıştırırız. bu idealizm'i doğurmuştur. bu karmaşayı reddederek çözümsüzlüğe temeline umutsuzca inme ve çelişkinin standart yöntemlerle ulaşılamaz köklerine eğilimine geri dönüş yapma önerisi ise bize materyalizm'i peydahlar. toplum bu saplantıların içinde ilerlemeye devam eder. bu kör bir ilerlemedir. her duvara çarpış geri dönmek ve yaptığı hatalar için kendi kendini cezalandırmaktır. böylece fikir ayrılıkları bize diğer çoğu kapı gibi yüzümüze çarparak kapanan bir kapı haline gelir. sonuç; bireyin düşünemez hale gelmesi ve düşünmeye istek duyamamasıdır. enkazına bağlı, ona köleleşmiş, pis ve kalabalık bir dünyanın içinde kalır. düşüncesini ve amacını kaybetmiştir. kitleye küsmüş ve bireye nefret duyar haldedir. neyse ki bu durumda ölüm hala elinin altındaki game over butonu olarak durur. ama fikir üretemeyen bireyin o butona basacak iradesi de kalmamıştır. bu durumda insan mahkum, mağlup, kayıp, sürgün, narsist, bencil, fani ve bir o kadar da ölümsüzdür artık. biyolojik ölümün soğuk ve somut gerçekliği, diğer unutulup giden tüm gerçeklerle beraber, yüzüne çarpana kadar herkes - tamamen - ölümsüzdür.
her neyse.

11 Kasım 2013 Pazartesi

artık yeter, ya basta, edi bese kardeşim..

altı yıl önce beyoğlu emniyetine getirilen afrikalı bir sığınmacı kapıdan içeri girmesinden (kamera kayıtlarına göre) sadece 19 dakika sonra bilincini kaybedene kadar dayak yemiş, göğsünden kurşunlanmış bir halde dışarı çıkarıldı. hastaneyeulaştırıldığında çoktan ölmüştü. başlangıçta kimse bu kimliği belirsiz nijeryalı adamın ölümünü umursamadı. çünkü kimsenin siyasi ilgi alanında değildi nasıl olsa. bu ülkenin siyasi argümanlarının dışında, kaybolmuş vicdanların sınırlarındaydı. cenazesini sahiplenen bile olmadı. isminin uydurma olduğunu, festus okey diye birinin var olmadığı bile söylendi. bu ölümden kimseye ekmek çıkmazdı.

tabii ki cinayeti sırasında karakoldaki kameralar kayıtta değildi. tabii ki görgü tanığı yoktu. tabii ki tek cinayet delili olan kanlı gömlek karakolda kayboluvermişti. tabii ki maktül katile "mukavemet" göstermişti, tabii ki cinayette kasıt yoktu. hatta kimliği belirsiz bu nijeryalı aslında sığınmacı değil de uyuşturucu satıcısı ve hatta belki de teröristti : http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=247468

bütün bunlara karşın bu istemeyen, umursanmayan haymatlos ancak ölümünde şöyle eyvallah edebilmişti:http://haber.sol.org.tr/sites/default/files/imagecache/haber_resmi_v4/images/festus_okey2.jpg

ve dün, çok renkli ülkemizin kendi halindeki yoğun gündemlerinin satır aralarında, bu cinayeti sahiplenme cüretini gösteren nadir kişilerden birini de nefretleriyle boğmaya karar verdiler:http://www.radikal.com.tr/turkiye/sen_misin_durusma_salonundan_cikmayan-1160010

12 Ekim 2013 Cumartesi

son çağrı


şimdi sus
sus
her zaman koşulsuz bir gürültü içinde kaldın
ruhunu ses'e ve
onun aşağılık imgelerine sattın
ey insan, sus
bazen görmemeli ve duymamalı kişi
tıpkı ölü yapraklar gibi 
koşmamalı, durmamalı
'olmalı' yalnızca
öylece kalmalı sürekli bir süreksizlik içinde
denizde bir damla olmalı

sus
ey insan, sus
kanayan yaraların için sus
bıraktığın hayaller için
gündüzleri köpekler ne kadar uysaldılar oysa
geceleri senin cinnetlerinle beraber çıldırdılar
bulutlar sinirledi bu işe
karardılar
baylar ve bayanlar
dünyayı ikiye ayırmak ne kolaydı
senin yalnız sen ve onlar vardı
çocukluğun bunu bir güzel ayırmıştı
katildi çocukluğun ey insan
öldürmeyi çocukken öğrendin
büyümek sana bir mahpushaneydi
hapsolmayı içinde hapsettin
dışında ne de güzel giydin özgürlüğünü
oh be
pileli özgürlüğünün içinde çok afilliydin

uzakta bir yerlerde kadınlar ağlıyordu
artık insan değildiler çünkü
senin için ağlayan bir şeydi sadece
ağlayan şeyler insan olamazdı
birer hüzündü onlar sadece
hüznün kovmuştun bedeninden
ta promete'nin çağlarında
arada homeros hatırlatmıştı sana
schopenhauer sana bununla hakaret bile etmişti
def ettin onları
hüzün sana ait değildi
hüzün senden olamazdı
hüzünlü olan her şey
küçük zavallı bir objeydi
sana ağlardı hüzünlü objeler
sen de gücünü burdan alırdın
zaten başka da dayanak bırakmamıştın kendine
geri kalan her şeyi
kişisel haremine almıştın

dur insan
ne çok koştun
ne çok konuştun
gittiğin yerlerde ne kadar zavallılaştın
yaralandın, vahşileştin
artık seni kızdırmayan bir şey kalmadı
kızılacak yok edilecek şeyler tükendi çoktan
kendini yok etmeden evvel
dur
yoksa duracak bir şey kalmayacak geriye
koca bir enkaz yığınının içinde cesedin
engin estetiğinin canına okuyacak

yaşasın estetik
değil mi ?

28 Mayıs 2013 Salı

elaköön


yeryüzünün ruhunu 
nornların borusunda hissettim ben
ormanların damarlarına üflenen
ılık bir türküde
mjölnir'in kıvılcımlarında
eşsiz bir zümrüt yeşili
derin bir maîlikte
kadim beyazın içinde
koskoca bir yürek taşıyan
dünyanın son bedeni 
güneyin külünden uzakta
için için yanan 
el değmeyecek bir serinlikte
odin'in vahyini duydum
putlara ne kadar yakın
hurafeye ne kadar ırak 
oldum
ben mit'imi burda
toprak ananın tepe ucunda
bu soğuk
kır ve bakir
bu apak mücevherin içinde buldum


17 Nisan 2013 Çarşamba

yarasa

'oturduğu yerden kalktı. sabah henüz yeni yeni yükseliyordu. 45 santime 30 santim, klasik, kızıl ahşap, varoş penceresinden kızıla boyanan ufku görebiliyordu. alacakaranlığın içinde hızla uçan bir şeyi görür gibi oldu. yarasa idi muhtemelen.
küçükken yarasalardan çok korkardı. ışıksız odalarda uyumaya çekinirdi. odasından başka hiçbir yerde uykuya dalamazdı. bazı geceler bunun kabusunu bile görürdü. aslında hâlâ da bir yarasa görmeye can attığı söylenemezdi. pis, küçük, sevimsiz yaratıklardı onlar. ayaklarının üstünde uzunca tüyleri, geniş kanatları, şekilsiz bir başın altında zorlukla yerleştirilmiş gibiydi. hiçbir zaman yavaş hareket etmezler, gündüzleri ortalarda dolaşmazlar, kuytuları mesken tutarlar ve ayyaşlar kadar başıboş, oradan oraya uçuşurlardı. tek kelimeyle, iğrenç idiler.
bunları düşünürken gece lambasının yarattığı gölgeleri takip ederek çalışma masasına ulaşmıştı. akşamdan kalma yarım bardak su orada duruyordu. hâlâ yarasaları düşünürken dumanlı zihnini diriltmek için bardağa uzandı ve içti.
üç saniye sonra yere yapışmıştı. çok garipti, bütün kaslarının korkunç bir şekilde yandığını hissediyordu. gözlerinin lambadan gelen ışınlarla adeta asit çukuruna düşmüş gibi acıyordu. bağırmak istedi ama ancak ciyaklayabildi. kalkmak istedi ama boynunu bile oynatamıyordu. belleğini kullanamıyordu. hatırlayabildiği hiçbir şey yoktu sanki. nefes alışı bile hızlanmıştı. panikledi. ayaklarını oynatmak istedi. bir anda bütün vücudunu gevşedi. bir anlığına tüm enerjisini kaybetti. hareket eden hiçbir şey yoktu aşağıda. hareket edebilecek bir şey de yoktu. bacakları yoktu artık. kollarını kaldırdığında iki yanından sarkan geniş perdeleri gördü. dış gerçeklik anlamını yitirmiş gibiydi.
debelenerek kollarını -aslında kanatlarını- zemine dayadı, yüzü eski püskü halısına bakıyordu şimdi. ayaklarının olması gereken yerde kapkara ve kısacık uzanmış parmaklarıyla halının kumaşını pençeledi ve eğik bir sehpa gibi dengesini sağladı. sanki yıllardır yapıyormuş gibi aniden havaya atıldı ve kanatlarını yüksek frekansla çırpmaya başladı.
havadaydı. ne var ki önüne çıkan sandalye başlığını hesap edememişti. şiddetle başını çarptı. neredeyse tekrar az önce kalkışı yaptığı yere çakılacakken bir uçak gibi süzülerek ivmelendi ve dengesizce yükseldi. tepede, klimanın üstünü hedef alarak uçtu ve yumuşak bir iniş yaptı. şimdi bütün odasına yukarıdan bakıyordu. çok garipti. aptalcaydı. kabus olmalıydı bu. dakikalardır ilk kez düşünebiliyordu ve yapabilirse bu kez bağıracaktı.
"cik". olmadı. bir serçe kadar bile sesi çıkmamış, üstelik dalgalar boşlukta yayılıp kendi kulağına tekinsiz yankılar yapmıştı. sahi, kulağı hâlâ yerindeydi. başka ? ne olduğunu anlayamıyordu. anlama yetisini kaybetmişti. görüşü bozulmuştu. konuşamıyordu. ayaklarını kaybetmişti. ama uçabiliyordu. tam görememesine rağmen ağzından çıkan her ses odasını ona yeniden tanıtıyor gibiydi. köşeler, kıvrımlar, çıkıntılar, her bir eşyanın, yatağın, bozuk televizyonun, hatta ayakkabıların uzamı bile beyninde renk renk üç boyutlu haritalar oluşturuyordu.
ve birden olduğu yerden atıldı. odada kritik bir eşya daha vardı. ayna ! tam karşına uçtu. artık kanatlarını yadırgamıyordu galiba, çünkü kolaylıkla yatağının tırabzanına konabilmişti.
on saniye kadar aynaya hayretle baktı. aydan gelen yakıcı ışık ışınları beynini dağlıyordu sanki. ama buna rağmen muazzam bir hayretin etkisiyle aynadaki görüntüye bakmayı sürdürdü. akıl alır gibi değildi. en fazla 10-12 santim boyunda kapkara bir şeye dönüşmüştü. tanıdık bir şeye. biçimsiz vücut postürü, çirkin, yarı açık bir ağız ve cılız kanatlar. kesinlikle tanıdık bir şeydi.
bulamıyordu. buna saatlerce bakabilir ve başına ne halt geldiğini idrak etmek için aç ve susuz burada bekleyebilirdi. ama yapmadı içgüdüsel bir hareketle fırladı ve odanın ılık havasına kanatlarını açtı. şimdi aynanın üstüne konmuştu. arkasında başka bir şeyi hissetti. döndü. ordaydı işte.
kendisi. basbayağı 'kendisi' pencere camından içeri bakıyordu. artık zihni yeni bir hayrete yer bırakmayacak kadar tıka basa dolu olduğundan tepki veremedi. penceredeki 'insan' kendisiydi, öyle olmalıydı. tüm insansı ibareleriyle 19 yaşında, genç bir erkek olan 'kendisi' odanın içine bakıyordu.sol kolu dirseklerinden kıvrılmış, elindeki yarım bardak suyu sanki karşısındaki görünmez bir şeylere sunar gibi pozisyon almıştı. diğer kolu ise pencere kanatlarının bitiştiği yere doğru hareketlendi. çabuk bir hareketle kanatları birbirinden ayırdı ve pencereyi açtı. soğuk hava odaya dolmuştu.
yine içgüdülerinin sesini dinleyerek havalandı, yarasa. atmosferin odasına sızdığı açıklığı algılayabiliyordu. pencere pervazına kadar olan birkaç metrelik mesafeyi hızla geçti, hiç durmadan en yakındaki ağacın dalına yerleşti. merakla pencereden içeriyi izlemeye başladı. hava dışarıda kesinlikle daha soğuk ve ürpertici bir sessizlikle karışarak bu zavallı yaratıkların bile kanını donduracak kadar müphem duygular uyandırıyordu.
bunlar olurken 'kendisi', insan, uzun bacaklarını açarak birkaç hamlede pencereyi aştı ve içeri girdi. şuursuz gibiydi. ilk iş olarak elindeki bardağı masaya götürüp bıraktı. sonra geri döndü ve pencereyi kapattı. kısa bir süre camdan dışarı gözledikten sonra yatağına kısa adımlarla gidip ayaklarını uzattı ve uykuya daldı.
yarasa bulunduğu dalda ne kadar zaman geçirmiş olabileceğini bilmiyordu. ama bildiği tek şey, şu ufuktaki alacakaranlığın bir türlü gitmemiş olmasıydı. artık insan olduğu anlardaki kadar keskin olmayan zekasıyla bile bunun normal olmadığı anlayabiliyordu. güneş sanki doğamıyor, tam görünürün sınırındayken tıkanıp kalıyordu.
neden sonra bir kıpırdanmayı hissetti, bir rüzgâr olabilirdi. saatlerdir ilk hareket. ancak dahası da vardı. odadaki 'kendisi' uyanmıştı. yatağına oturmuştu ve oldukça korkutucu bir yüzle dışarı tam yarasanın bulunduğu noktaya doğru gözlerini dikmişti. yarasa en ilkel hayvansı kaçış duygularıyla bu bakışların uzağına gitmek istedi ve aniden havalandı. uzaklaşıyordu.
insan, kısa bir bekleme anından sonra usulca masaya seğirtti. yarasalardan tiksiniyordu.
yarım bardak suyu alıp boğazına dikti.
üç saniye sonra yerdeydi.
dışarıda hala alacakaranlık vardı
ve her şey çok garipti.'