6 Kasım 2012 Salı

günaydın

Her sabah evimin çok yakınında bir restoranın önünde beş dakika kadar zaman geçiriyorum. Servis gelinceye dek hep aynı pozisyonda arabaları, insanları izliyorum genelde. O saat uyandırılmış olmanın huysuzluğu, yarı aydınlık havada sabah soğuğuna gözlerini açan insanın intihar eğilimi, iğrenç mekanik gürültüler, korna sesleri, cılız güneş bütün bu beş dakikamın canına okuyor. İnanın tek zerre olsun keyif almıyorum o beş dakikadan. Benim için korkunç bir demotivasyon sebebi bu.

Son günlerde kendime daha ilginç bir uğraş edindim. Önceleri pek dikkat etmediğim restoranın bir çalışanını, 60'ına yakın bir amcanın hissettirmeden izlemeye başladım. O saatlerde restoranda sadece bu amca bulunuyor ve çok da meşgul edici olmayan işlerle ilgileniyor; masaları düzenlemek, televizyonu açmak, ışıkları yakmak, yerleri 'viledalamak' gibi.. Ama bununla da kalmıyor, bazen türkü söylüyor. Hem de hiç çekinmeden, sesini duyurmaktan utanmadan, boğazında kelimeleri yutmadan, mırıldanmadan, gevelemeden basbayağı sabahın yedisinde türkü söylüyor. Sesi trafiğin akışında yitip yok olsa da hiç olmazsa kaldırımda sabit bekleyen ben onu duyabiliyorum.

Her seferinde farklı bir türkü buluyor kendine. Sonra kim bilir kendinden çekindiğinden midir bilinmez, melodiyi tamamladıktan sonra susuyor ve sıkıntılı bir iç çekişle beraber sigara yakıp bulmaca çözmeye başlıyor hemen.

Başta doğal karşılıyorsun, belki gençliğinden kalma bir hevestir, sabahleyin uyanabilmek içindir diyorsun. Haklısın da aslında. Ta ki bir sabah başka birini daha dükkanda görünceye dek. Herhangi bir işgünü, herhangi bir sabah aşağı iniyorum, her zamanki kaldırım köşeme yerleşiyorum. Şaşkınlıkla günlerdir ilk kez orada ikinci bir çalışanı daha görüyorum. Aynı yaşlarda, daha kısa boylu, daha sarışın ikinci adam. İkisi birlikte yemek servisinde kullanılan arabayı ters çeviriyorlar. Galiba tekerlerin birinde bir sorun var. Hiç konuşmadan işlerine devam ediyorlar. Sonra yeni gelen amca çalan telefona cevap vermek için koşar adım içeri gidiyor. Az sonra geri geliyor. Elinde bir ufak, beyaz bir yazı tahtasıyla. Anlayamıyorum. Önce birtakım el işaretleriyle bir şeyler söylemeye çalışıyor. Türkücü amca anlamaz gibi görünen bakışlarla karşılık veriyor. Sonra baktı olmayacak eline kalemi alıyor ve şöyle yazıyor "Sen artık eve git nöbet bende". Amca bir baş selamıyla beraber sağ elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirerek kendine çekiyor. Karşısındaki de gülümsüyor. Çok anlamsız. Neden böyle davrandıklarını çzöemiyorum. Tam o esnada servisim geliyor ve hikayenin kalanını göremiyorum.

Sonra arabada düşünüyorum. Bu hareketin işaret dilinde 'Teşekür ederim' anlamına geldiğini hatırlıyorum. Ama bu da tüm açıkları kapatmıyor. Eğer amca konuşamıyorsa nasıl şarkı söylüyor ? Sonra bu tarife uyan konuşma bozuklukları aklıma geliyor, akıcı cümleler kuramayan ama şahane şarkı söyleyen ilkokul hademesi aklıma geliyor. O anda, amcanın utancını, çekingenliğini, ancak kimseler yokken ses çıkarmasına izin veren özsaygısını anlamaya başlıyorum. Kim bilir kaç kereler konuşmak için can attığı halde yanlış yapmaktan korktuğu için suskunluğu koruduğunu, en temel güdülerinden birini gizlediğini, en alçakgönüllü tavırla sesini içine hapsettiğini düşünüyorum.

O sabahtan beri yoldaki somurtuk suratlı insanlara karşı daha az antipati duyuyorum.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder